29 Mayıs 2007 Salı

Seçimler...

Seçimlerin yaklaştığı bu günlerde kendime devamlı aynı soruyu soruyorum: Ne olacak? Biz ne yapmalıyız? Attığımız oylarla üzerimize aldığımız sorumluluğun farkında mıyız? Nereye gideceğimi şaşırmış durumdayım; üniversitedeki arkadaşlarıma soruyorum, “bilmem ki...” diyorlar, bazılarının çok net fikirleri olmasına karşın Koç Üniversitesi’nde, İstanbul Teknik’te, Sabancı’da okuyan arkadaşlarımın çoğu kararsız, kimi sağ, kimi sol, bazılarıysa “aman biz siyasetle ilgilenmiyoruz” diyorlar böbürlenerek. Nasıl ilgilenmiyorsunuz? Marifet mi şimdi bu, bir de övüne övüne söylüyorsunuz?
Türkiye’de nedense insanlar siyasetle ilgilenmenin kötü birşey olduğunu sanıyorlar. Bir politik tavır takınmak büyük ahlaksızlıklıkmış gibi bir hava var her yerde. Üstelik bir de kadınsanız ve düşüncelerinizi kazara söyleyecek olursanız, ‘cadı’ ilan edilme tehlikeniz var. “Ne gerek var canım, otur evinde kekini böreğini yap, çocuklarına falan bak, yakışıyor mu senin ağzına siyaset...” Öte yandan, geçmişte başbakan olan bir kadını, sırf kadın olduğu için destekleyen erkekler de var, Türkiye’nin dışarıya bakan yüzünü temize çıkarıyormuş. Bu nasıl bir kontrasttır?
Son zamanlarda yapılan efsanevi mitinglerin çoğunda kadınların yer aldığını gösteriyor bütün veriler. Şimdi bu kadınlar, birçoğunun ısrarla üstünde durduğu gibi, Kurtuluş Savaşımızın bize armağan ettiği özgürlüğü savundukları için toplumun yüklemiş olduğu kadınlık görevlerini yerine getiremeyecekler mi demek? “Bunlardan iyi anne, iyi eş olmaz” mı hakikaten? Böyle kısıtlayıcı, böyle ayrımcı bir düşünce olabilir mi?
Nereye gideceğimi şaşırmış durumdayım. Şaşkınlıktan öte büyük bir hayal kırıklığı da var... Benden önceki nesiller nasıl izin verdiler bu duruma gelmemize diyorum, sonra aklıma geliyor, doğmamış çocuklar var bizim de sorumlu olduğumuz. Kafamdaki partiye oy vermek istiyorum, ama onun da bir türlü çekilmek bilmeyen lideri rahatsız ediyor beni. Kaybolmuş durumdayım...
Hemen pusulama geri dönüyorum, açıyorum Nutuk’u okumaya başlıyorum. Bir yandan da Atatürk’ün gençliğe hitabesini defalarca, sesli bir biçimde okuyorum. “Birinci vazifen, Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” diye başlıyor. Neye sahip çıkmamız gerektiğini bağıra bağıra söylüyor aslında O. Laiklikti, cumhuriyetti, demokrasiydi... Hangisi ne zaman hangi şartlarda üstündür- üstün müdür?- birbirini tamamlar mı, ayırır mı tartışmalarının ortasında “cumhuriyet” diyor Atatürk.
Sonrasında “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır..” diyor; yıllar sonra bu anı görmüşçesine, geleceğe gidip geri gelip yazmış sanki gençliğe hitabesini. “İstiklal ve Cumhuriyeti’ne kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler... Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” diye devam ediyor hitabesine. Ah Atam diyorum, bir bilsen...
“İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır!” sözü Atatürk’ün aramızdan ayrılmadan önce bize yanıtları da bıraktığını hatırlatıyor.
Gençliğin de artık duyarlı olma zamanı geldi. Verilmiş onca mücadeleye saygı duyup, vazifesini yerine getirmesinin de.... Bir akıntının içinde kaybolmuş, 80 ihtilalini yaşamamış, imkanlarının arkasına sığınan ya da imkansızlığı bahane eden, herşeyin gökten düşerek geldiğini sanan gençlerin sayısı günümüzde oldukça fazla... Başımıza ne geldiyse birlik olamamaktan, bilgisiz ve kararsız olmaktan, “ben”i düşünmeyi bırakıp “biz”e geçememekten geldi. Kendi ülkemizi, kendi özgürlüğümüzü, kendi fikirlerimizi savunmamız için daha ne bekliyoruz, bilmem ki...