13 Ekim 2014 Pazartesi

20'lere veda

30 oluyorum.

Ömrümün 30 yılı bitti... 20'lerim hayatımın şimdiye kadar yaşadığım en karmaşık dönemleriydi. Kaotikti. Kaos'u karmaşanın ötesinde "Evrenin düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durumu." olarak tanımlayalım. Ya da düzensizliğin bir düzen halinde varoluşu... Eski yunandaki anlamı "uçurum". Doğum sancısı... Yunan yaratılış mitolojisinde herşeyin başlangıcını temsil eden kavram... Daha sonra bu kaostan gaia(yeryüzü) tartaros(yer altının en karanlık bölgesi,bir nevi cehennem) ve eros yani aşk doğar ve yaratılış başlar. Nietzsche'ye göre "dans eden bir yıldız doğurabilmesi için insanın içinde olması gereken olgu"... Tehdit. Fırsat. Hepsi ve hiçbiri.

19umda İtalya'da okuyordum. Sevdiğim adam, şehir, üniversite, bölüm, hepsi varken... Yazılmayı bekleyen binlerce temiz sayfa... Eksik birşeyler vardı; sahnede şarkı söylemek istiyordum. İçimde büyümeyi bekleyen onlarca şey varken, onları sesimle anlamlandırmadıkça sanki değerleri azalıyordu ve bu beni tarif edilemez bir hüzne bürüdü.

Pılımı pırtımı topladım, herşeyi orda bıraktım ve bilinmezliğe doğru yürümeye başladım. İstanbul'a döndüm. İlk kez 20'lerimde sahneye çıktım ve harikaydı; şimdi hiçbir şeyim yoktu ama herşeyin yerini dolduracak o hissiyat beni kaplamıştı ve o tarif edilemez hüzün aniden gitmişti. Üniversite sınavına 20'lerimin ortasında hazırlandım (İtalya'ya giderken maturita' yapmıştım, üniversite sınavına girmedim ve hiç ÖSS testi çözmemiştim) Üniversitede güzel arkadaşlıklar edindim, bir yandan da başarılı insanların ister istemez nasıl düşman edindiğini gözlemleme şansım oldu. 

Çeşitli acımasızlıklarla ilk kez karşılaştım. Kadınlığımı ve kişiselliğimi çamura bulayan iftiralarla... Sarsıcıydı.

20lerimde çokça aşık oldum. Ama nasıl birşey olduğunu tam kavrayamadığımdan, doğru şekillerde sevemedim ve sevilemedim. İçin(m)deki dikenleri ayrıştıramadım ve sürekli canım yandı. Arzularım zaman zaman beni fena halde ele geçirdi, kimseyi dinlemedim. Terkedildim... Aldatıldım... Terkettim, hiç aldatmadım.

Çokça hata yaptım, en iyi öğretmenlerim o zaman geldi.

Depresyona girdim, sekiz ay çıkamadım. Her şey karanlıktı, sonra nihayet gözlerim açıldığında ışıktan gözlerim yandı, bir süre de onun körlüğüyle yaşadım.

Babaannemi kaybettim. Eli elimdeyken bedenini terketti ve sonra onu minnet ve sevgiyle yıkadım, uğurladım.

Babam ölümcül bir hastalıkla mücadele etti, bana asırlar gibi gelen ameliyatlara girdi, kendimi en çaresiz, en küçük o zaman hissettim. Hepimiz kilitlendik, mücadelesinden hiç vazgeçmedi, cesurca göğüsledi herşeyi, yaşama isteği ağır bastı ve çok şükür bize sağlıkla geri döndü.

Şarkı söylüyor olmaktan ötürü hiç tanımadığım kalplere dokunma şansım oldu. Neticesinde bir de baktım ki kızkardeşlerim olmuş. Alfabetik sırayla başta Aysel, Aysun, Büşra, Ecem, Pelin, Sare, Sinem, Yağmur olmak üzere niceleri... Ben düştüğümde onlar beni, onlar düştüğünde ben onları kaldırdım/k, "güzel günler bizi bekler" dedik, böyle ne fırtınalar geçti, mesafelere aldırış etmeden sevginin ve şefkatin beyazlığında yıkandık, beraber aydınlandık. Hala umudumuz var.

Derin yalnızlıklarla karşılaştım. Kara korkularla... Altımdan kayan topraklarla... Onlarla mücadele etmeyi kestiğim ve teslim olduğum gün meltemler esmeye başladı, bir de baktım, her şey olduğu gibi güzel, bize öncelikle herşeyi ve herkesi olduğu gibi kabullenmek düşüyor ve nefes alabilmek en büyük mucize.

Ailemle yaşamayı bırakıp tek başıma bir eve çıktım ve kendime bakmayı öğrendim.

Çok büyük bir trafik kazası atlattık annemle. Karşı şeritten gelen araba üzerimize uçtu. Dizim patladı, kafam yarıldı, kaburgalarım incindi. Günlerce hastanede kaldım. 72 saat boyunca ağrı kesici veremediler beyin kanamasından korktukları için. O üç gün, sürekli olarak araftaydım. İlerleyen aylarda arabaya binemedim. Hala araba kullanamıyorum. Hala ani bir fren sesi duyduğumda ellerim titriyor. Ama artık ön koltukta oturabiliyorum.

Şarkı yazmaya başladım. Kendimle başka türlü bir bağ kurmayı öğretti bu süreç bana.

Yarışmalara katıldım! Televizyonda rezil olmayı göze alarak ve garip şekilde büyük para ödülüyle ayrıldım. O sayede ev aldım.

Pilatese başladım! Yoga yapmayı deneyimledim! Bedenimle kurduğum bağ sağlamlaştı. Esnemeyi öğrendikçe, başka şeylerde de bundan faydalanabileceğimi gördüm.

İnanılmaz güzel kitaplar okudum, inanılmaz güzel filmler seyrettim, beni ağlatacak derecede kalbime dokunan müzikler dinledim, konserlere gittim, yaratıcılığın ne olduğunu hatırlatan resimler ve fotoğraflarla dolu sergiler, müzeler gezdim. O tapınaklarda, camilerde, kiliselerde, insanların kendilerinden üstün olan o gücü arayışını temsil eden ve sırf bu yüzden kutsal olan mekanlarda gözlerim dolu dolu dua ettim.

Kendi grubumu kurdum ve sevdiğim şarkıları söyledim. Çok şükür açık kalpler eşliğinde, hep birlikte.

Tek başıma seyahatlere çıktım, hiç tanımadığım şehirlerde kayboldum, hiç bilmediğim yemekleri denedim, ve dürüst olmak gerekirse zehirleri de. Çıplak çıplak denizlerde yüzdüm. Buz gibi şelalelere atladım. Benim canım istedikçe alıp başımı gitmem artık herkes için sıradanlaştı.

Sabrı öğrendim.

Kendimi sürekli temizlemeyi.

İnsanları, doğayı, her türlü havayı, belki artık olmayan yıldızları, hayvanları ve bütün renkleri sevmeyi öğrendim.

Yolculuğun başladığın ve bitirdiğin yerle alakası olmaksızın kendi içindeki süreci...

Ve şimdi artık 20'ler bitiyor. Yepyeni bir dönem başlıyor, sadece rakamsal olarak değil, içsel olarak da.

Minnetle eğilerek uğurluyorum 20leri. Kollarım açık bekliyorum 30ları.

Bakalım daha neler var payıma düşecek? Yaşayarak göreceğim.

Yolculuğuma eşlik etmiş, beni karanlığa ya da aydınlığa sürüklemiş her bir bireye ve deneyime teşekkür ederek bitiriyorum bu yaz(ş)ımı.

İyi ki varsınız be! :)

ZD

Annem

"Hoşgeldin kızım,

Yuvamıza, hayatımıza hoşgeldin... 
Tanrı'ya şükürler olsun. 
Seni, kucağımdaki hayalini, hayal ederken beklemeyi çok sevdim.

Adaletli ol!
İyi insan ol!
Ve iyilerin de en az kötüler kadar cesur olması gerektiğini asla unutma.

Yanı başında bir 'koruyucun' olacak hep
Senin anne dediğin...

Sağlık ve mutluluğuna duacıyım."

Diye karşılamış doğduğum zaman annem beni.
Kendi el yazısıyla yazdığı bu mektup hala durur.

Elbet herkes için annesi özeldir. "Anne" yazarken, "anne" derken bile içim titrer. Bugün, eğer içimde bu kadar sevgi varsa, annem sayesindedir.  (Baba, sakın alınma, senin bana aşık olduğunu biliyorum, ama bu ana-kız sevgisi bir başka) Beni öyle güzel bekledi, öyle güzel sevdi ki... Anne sevgisinin, anne duasının, 'koruyucu'nun varlığını bana iliklerimde, ruhumun her bir köşesinde öyle hissettirdi ki...

Taşınırken, annemin eski günlüğünü bulmuştum. İçindeki bir sayfanın tepesine bana çok benzeyen bir kız çocuğu resmi yapıştırıp, altına "umarım benim de böyle bir kızım olur birgün" yazmış. Zannedersem sene 1974 falan... Yani benim gelmeme daha çok var. Beni öyle istemiş, öyle beklemiş. Geldim tabii, kaçırır mıyım bu kadını!

Ama dünyaya gelirken büyük gol atmışım. Son dakikada korkup "yok ya gelmicem ben, en iyisi kendimi öldüreyim, anneyi de zehirleyeyim, yook gelmicem" diyerek "bebeğin intiharı" dedikleri 600 vakada 1 olan bir komplikasyon sonucu, acil sezeryanla, gögsünün altından kasıklarına kadar dik keserek çıkarmışlar beni. Annemin göbeğinde, o güzelim göbeğinde, dik ve derin kocaman bir kesik vardır, sırf benim doğarkenki inadımdan. O yarayı bile sever.

E böyle doğmuşum, kolay bir bebek olmamı beklemiyordunuz herhalde? Çok zor bir bebek ve zor bir çocuktum. Yemek yemem, uyumam, kendi kafama göre yaşarım. Bir anne için çok zor. Bana yemek yedirmek için evin hemen karşısındaki kuafördekilerle anlaşmış, onlar "agu cugu" yaparken pencereden, bana "hooop nerde uçak?" diye binbir çaba göstererek yemekler yedirmiş.

Sütünü de içmemişim. 4 ay içtikten sonra, bir gün dilimi dışarı çıkararak bırakmışım ve bir daha da içmemişim. Ne yaptılarsa içirememişler. Kadıncağızın süt bezeleri öylece kalakalmış koltukaltlarında. Hep dikkafalıydım zaten.

Küçükken elimde mikrofon, saçımı ona yaptırırdım. Babam evden çıkınca bana oje sürerdi, "sahnede" kendimi iyi hissedeyim diye. İlk ve en büyük hayranımdı. Babam işten gelmeden ojeleri çıkartırdı, "yarın başka renk süreriz" diyerek. Küpe takmam, kulaklarımı deldirmem yasaktı, bana renkli renkli, değişik şekillerde bir sürü yapışkan küpeler aldı, onları seçerdik her gün.

Büyüdüm, büyüdüm, büyüdüm. Şarkıcı olmak istemem kimse tarafından hoş görülmezken, annem "her gün yataktan kalkıp işe gidecek olan sensin, sevdiğin iş neyse onu yapmalısın, çöpçü olmak istersen bile ben arkandayım, ne istersen, çünkü en iyisini sen bilirsin" derdi.

Özellikle büyürken babamla çok sert bir ilişkimiz oldu. Yasaklar bana göre değil, hepsini deldim. Annem hep dengeyi kurdu.

O yemekleri... Ah o yemekleri...

Titizliği... Düzeni...

Herkesi kendinden önce düşünmesi, iyi olsunlar diye kendini parçalaması...

Ortaokuldayken, arkadaşlarım, hoşlandıkları çocukları, hayalkırıklıklarını, hayallerini annemle paylaşmaya gelirlerdi. Telefon çalardı, kız arkadaşlarım arar;

- Alo?
-Zeynep naber canım?
- Aaa iyi tatlım senden naber?
- İyi canım, anneni telefona bir versene, birşey danışacağım. Yarın okulda görüşürüz senle.
- ??!

Yani sadece benim annem olmadı.
Ben İtalya'ya gittiğimde bile arkadaşlarım onunla sohbet etmeye bize gelirdi.

Hayatının en verimli zamanlarını bana harcadı. Hem de bir gün bile söylenmeden.

Saygısızlık yaptım, affetti. Bağırdım, sineye çekti. Gitti bir köşede ağladı tek başına, kimseye bir şey demedi.

Canımı yaktılar, sanki derisini yakmışlar gibi onun da canı acıdı.

Benim annem,

Benim güzeller güzeli annem,

Sana nasıl teşekkür edilir?

Beni böyle güzel sevdiğin için, her zaman yanımda olduğun için ne kadar minnettar olduğum nasıl gösterilir?

Senin sevgini en güzel şekilde içimde taşıyıp, her zaman iyi, adaletli ve cesur olmaya, sağlıklı ve mutlu bir birey olmaya çalışacağım.

Seni seviyorum.
İyi ki varsın! 

Doğum günün kutlu olsun, nicelerine!


ZD

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Huzur bir vazgeçiş mi?

Sadece huzursuz olduğumda arayıştayım.
Sadece mutsuz olduğumda.

"Senin bu her şeyi kabullenip itiraz etmeden yaşama kafanla olmaz, ilerlemek istiyorsan o kafayı kır." lafını çok duyar oldum.
Doğru aslında.
Son birkaç senedir, giderek azalan dürtülerle yaşıyorum.
Hayatımda ne olursa olsun, süründüren çaresiz hastalıklarla mücadele dürtüm hariç, ben orada bir şekilde mutluluk yaratıyorum. Dengeyi buluyorum.
Geçmişe oranla çok daha kolay, çok daha hızlı.
Hayat bana "ideal şartları" sağlasın sağlamasın orada huzur bulmayı seçiyorum.
Üstelik kimseye dayanmadan.
Bunun sadece benim hayatı algılama şeklimle alakalı olduğunu anladığımdan ve bu güce sahip olduğumdan beri, saldırmıyorum.

Hırslarım azalıyor.
Dünyayı fethetme arzum yok.
Sadece kendimi.
Kendimi anlamaya çalışıyorum. Kendimi fethetmeye.
Sonrasında doğru ifade şekilleri bulmaya.
Sonra da insanları yargılamadan buyur etmeye. Yargılamadan uğurlamaya.
Hayvanlar zaten şeffaf.


Kimseye bir şey kanıtlama çabam yok artık.
Şeffaflaşabilmek, sadeleşebilmek, bütünleşebilmek... Bunlarla uğraşıyorum.

Bunlar için çok mu gencim gerçekten?
Elle tutulur gözle görülür başarılar peşinde koşmaktan vazgeçmek için?

Bütün çocukluğum ve genç kızlığım hırs doluyken... 
Okulda bile düşük notlar almaya tahammülüm yokken...
Kafama koyduğum her şeyi o toy halimle korkusuz bir bir gerçekleştirirken...
Adımlarımı atarken engel tanımazken...
Şimdi her yerde bir çeşit huzur bulup o huzura teslim olmak bir yenilgi olabilir mi gerçekten?
Beni daha ileriye gitmekten alıkoyuyor olabilir mi?

Hoş... Gitsem ne olacak? Daha ileriye gitsem?
Şan şöhret ve para içinde yüzsem... Ne olacak ki?
Bütün bunlarda huzur var mı ki? Getirdikleriyle götürdükleri aynı yoğunlukta değil mi?
Eğer huzur bunlarda varsa tanıdığım,sohbet ettiğim,hayatlarına dahil olduğum bunlara sahip insanlar neden arayıştalar?

Bugün bu bedenden ayrılsam da her şey tamam.
Her şey güzel.
Evren'in kendi anlaşılmaz dengesinde, bir yerlerde, ben ağaç pozisyonunda dengedeyim.
Gelecek her güzelliğe varım.
Öğreneceğim her derse.
Çalışmaya, emek vermeye, sevmeye varım.

Burdayım.
Andayım.
Varım.
Yetmez mi?

ZD

23 Haziran 2014 Pazartesi

Felç


Her şey çok hızlı oldu.
Bana neyin çarptığını anlayamadım.
Bir uyandım ki bütün vücudum zonkluyor.
Işık gözlerimi yaktı.

Her yerim kırık içinde, hiçbir yerimi oynatamıyorum.
Kafamı çok yavaş çevirebildim, serumları gördüm.
Kollarım delik deşik.
Yatak ucumda sadece iki kişi var.
Görüş mesafemde ayak parmaklarım.

Melodilere ne oldu?
Sessizlik...
Hiçbir şey duyamıyorum.
Renklere ne oldu?
Dünya siyah beyaz.
Bir tek kanım kırmızı.

Kaşık kaşık bir şeyler yedirdiler.
Boğazımda dikenli teller.

Bünye hazımsız.
Ne verirlerse hemen kötü kokularla dışarı çıkıyor.
Üstüm başım pislik içinde.
Midem sürekli bulanıyor.
İçim kenef gibi.

Telefonum titriyor.
Açamıyorum.
Ekranda "42 missed calls" yazısı.

Dışarıda hava nasıl acaba?
Gökyüzündeki beyaz bulutlar vardiyalarını tamamladı mı?
Sıcak mı?
Ellerim buz.
Perdelerim kapalı.

Bedenim...
İhtişamlı sarayım şimdi bir harabe.
Yanık kokuyor.
Havada siyah küller.
Aklımda sarı tarlalar.

Kalksam yürüyebilir miyim?
Ama koşasım var.
Bacaklarım yanana dalağım şişene kadar
Nereye olursa.

Yanaklarım sıcak damlalarla ıslanıyor sürekli.
Bağırmak istesem sesim çıkar mı?
Ses tellerim yanık.

Beynimin içinde tıkırtılar.
Bir matkap alıp şakağımdan içeri ittiresim var.

Uyutun beni.

Dalgaların sesini özledim.
Yosun kokusunu.

Şimdi anlıyorum
Yazılmış bütün aşk şiirlerini
Bütün melankolileri
Şimdi anlıyorum.

"Eğer sevda bu demekse, ben vazgeçtim beni sevmeyin."

Uyandırın beni.

ZD















29 Mayıs 2014 Perşembe

İzafiyet

"Geçecek mi bu his?" dedi.
"Geçecek" dedim, "sağlam dur".
"Nerden biliyorsun? Söylemesi kolay..." dedi.
"O acıyı tanıyorum, beraber çok zaman geçirdik" dedim.

İlk terkedildiğimde günler süren bir bağırsak kanaması geçirmiştim. Doktor; "Zeynep hanım, sonuçlarınız gayet normal fakat anlayamadığımız bir şekilde kanamanız var, enfeksiyon yok vücudunuzda, değerleriniz normal. Çok üzüldüğünüz, sıkıldığınız bir durum oldu mu geçen haftalarda?" dediğinde içimden ilk geçen "bir insan üzüntüden bunu kendine yapabilir mi gerçekten?" olmuştu. Gücümün farkına ilk o zaman vardım. Karanlık tarafımın da.

"Acını biliyorum ve tanıyorum; sen şu an, uğruna dünyaları yakabileceğin o sevdiğin adam tarafından istenmiyorsun. Bunu kabul edip devam etmenin yollarını bulman lazım. O acıdan kaçma, o acıyı da sev, o zaman daha barışçıl barınıyor bünyende. Acısız olmuyor. Büyüyor, birey oluyoruz; sevgi sayesinde, acı sayesinde. Öpüp başımıza koyacağız, başka çaremiz yok" dedim.

Acı kaçınılmaz ama büyüyüp büyümemek bir seçenek. O acıyla ne yapıyoruz? Sizin gerçekte kim olduğunuzu belirleyen soru bence bu.

Ben diyorum ki;

O acıdan kaçma.
O acıyı derinlere gömmek için başkalarıyla hafif şeyler yaşama.
Kapatma kalbini.
Giderek katılaşıp taşa dönüşme.
Daha samimiyetsiz, daha mesafeli bir insan olma.
Hesap kitap yapıp, ilişkilerini ona göre belirleme.
Kendinden ve aydınlığından giderek uzaklaşma.
Uyuşma.

O acıyı da ruhuna buyur et.
O acının önünde secde et.
Sevmenin, sevilme beklentisi taşımadan var olabileceğini kabul et.
Beraber yaşanılan her şeye ve özellikle sonrasındaki o dikenli özleme saygı duy ve ona göre yaşa.
Giderek güçlendiğinin farkında ol.
Yara izlerinle güzelleştiğini gör.
Karanlıkta da parlayabileceğini hatırla.
Bedeninle, evrenle ve doğayla bağlantıda kal.

Acı kaçınılmaz ama büyüyüp büyümemek bir seçenek. O acıyla ne yapıyoruz? Sizin gerçekte kim olduğunuzu belirleyen soru bence bu.

Ben acı tarafından zincirlenmeyi reddediyorum.
Özlem yüzünden prangalar giymeyi...
Korkuya teslim olup deli gömleğini giymeyi reddediyorum.
Güvenli olmak adına kafeslere girmeyi....
Hata yapabilme özgürlüğümü seviyorum.
Samimiyeti seçiyorum.

ZD






28 Mayıs 2014 Çarşamba

Sivri köşeler

"Çok sivri köşelerin olabiliyor bazen, daha yuvarlak olman lazım" dedi Pınar. Günlerdir düşünüyorum, insan kendini ne şekilde törpülemeli diye. Ya da sivri köşeler bazen gerekli mi? Yani olayları, insanları ve en önemlisi kendini sindirme sürecindeyken köşeli olmaya hakkımız var mı? Şimdi gülden dikeni alırsak o yine de gül olur mu mesela?

Hayatta en tahammül edemediğim şeyin samimiyetsizlik olduğundan artık eminim. Dürüstlük ve şeffaflık peşindeyim, bu benim gerçeğim. İnsanlar dürüst ve şeffaf olmaktansa çoğunlukla maskelerini takmaktan hoşlanıyorlar, bu da onların gerçeği. Öte yandan ben maskeli insanlarla geçinemiyorum, hiç tanımadığım birine karşı bile duvarlar örüp kapalı davranamıyorum, bu da bazen problem oluyor, anlayabiliyorum.

Neyse o olan, konuştuğuyla yaptıkları birbirini tutan insanlarla bağlantıya geçebiliyorum. Bu insanlar benden tamamen farklı olabilirler, sorun teşkil etmez. Aynı renkleri aramıyorum. Sadece diyorum ki, "her ne yaşıyorsan onu yansıt, üzgünsen gel seni ne mutlu ederse onu yapalım, kafana birşey takıldığında beraber kaybolalım, saçmalayalım, istersen beraber ağlayalım, bunların hiçbirini benimle yapmak istemezsen sadece susabiliriz de ama birbirimize karşı şeffaf olalım..."

Tepkilerimde de şeffafım ve insanları en çok bu acıtıyor sanırım. İhanetle karşılaşınca bile doğruyu istiyorum, onu bile çok görüyorlar. Kaldıramam diye mi düşünüyorlar bilmiyorum. Parçalanmaya yakınım, toparlanmaya yakın olduğum kadar. İçime atmaktan ya da mış gibi yapmaktan hoşlanmıyorum, bana da yapılsın istemiyorum, ama nedense hep değilmesi zor kapalı dünyalara çarpıyorum.

Hep korkular...

Büyük bir şeffaflıkla kendi dünyamı karşımdakine açmanın bir sevgi ve saygı göstergesi olduğunu düşünüyorum. "Ben buyum ve mükemmel değilim. Sen de neysen osun ve mükemmel değilsin. Birbirimizi yargılamayalım" deme şeklim bu belki de. Saçmalayabilirim, gereksiz uzun konuşabilirim, o an ne hissediyorsam onu fazla heyecanlı anlatabilirim. O an ne hissediyorsam o... Kötü niyet yok.

Sonra o insanlar benim dünyamın parçası oluyorlar zamanla, onlara yer açıyorum, zamanımı paylaşıyorum, sürekli emek vererek bir bağ kuruyorum. Sonunda benim ihanet tanımıma uyan bir şey yaptıklarında ve bunu itiraf edemediklerinde onları bırakıp uzaklaşıyorum. Pat diye.

İşte Pınar'ın bahsettiği sivri köşeler burada başlıyor. Dünyama aldıklarımla beraber akıyorum, özgürce... Sonra o sevgiye ve güvene ihanet edildiğinde o beraber aktığımız su aniden buza dönüşüyor, sadece keskin bir buza... Ve ben onları o buzun içinde bırakıp tekrar su gibi akabileceğim güneşli, meltemli yerlere doğru yelken açıyorum, tek başıma.

"Çemberin ya içindesindir ya dışında" benim hayat felsefeme çok uyuyor galiba. Ortalarda bir yerde, "iyi sen de şurda dur bundan sonra" demekte zorlanıyorum.

Kendimi böyle kabul edip sevmeli miyim yoksa dikenli ne varsa törpüleyip tabiatımı değiştirmeli miyim? Beni ben yapan şeyleri yerinden oynatmalı mıyım? Çeşitli maskeleri benimsemeli miyim? Ya da doğru soru; benimseyebilir miyim? "Başarı" bu mu?

"Ben buyum ve mükemmel değilim. Sen de neysen osun ve mükemmel değilsin. Birbirimizi yargılamayalım ama dünyalarımızı kaynaştırmak zorunda değiliz. Yolculuğumuzun bir yerinde belki tekrar karşılaşırız" deyip her birimiz özgürce varolabilsek olmaz mı sanki?

ZD







Hastalıklar, hastalıklar...

Bu aralar sık sık bu paylaşımı görüyorum:

Bilge bir doktor; en iyi ilacın "ilgi ve sevgi" olduğunu söylemiş.
"Ya işe yaramazsa" diye sorulmuş. Gülümsemiş ve şöyle yanıt vermiş; "O zaman dozu arttırın!"

Şimdi... Ben kendime yalnız bir hayat seçtim. Hastalandığımda en son annemi ararım çünkü çok endişe eder ve çok üzülür. Babam da "kızım neden kendine bakmayı öğrenemedin?" diye kızar. Bildiğiniz gibi ablam ağabeyim kardeşim vs yok. Arkadaşlarım öğrenirlerse "kızım yapabileceğimiz bir şey var mı?" ya da "doktora gittin mi?" diye sorar. Eskiden daha çok birbirimizin yanındaydık sanırım; bütün bu iş-güç, aşk-meşk problemleri olmadan... Sürekli bir elekteyiz. Normal...

Sonuç? Evde, kendim ve kedimle pijamalar ve battaniyeler eşliğinde geçirilen birkaç gün, doktora gidilerek hastalığın tam anlamıyla ne olduğunu öğrenip gereğini yapma ve iyileşme süreci... Bu sırada koşturulması gerekiyorsa serumu yiyip onu da yapmışlığım var.

Çocukluğumda ve 20'li yaşlarımda daha çok ilgi ve sevgi beklerdim. Niye bilmiyorum... Hastalandığımda birisi baksın isterdim, naz yapayım, yanına kıvrılayım...

Şimdi, kendimi daha çok sevdiğim bir dönemdeyim. Kimseden bir şey beklediğim yok. Herkesin kendine ait bir ton problemi olan bir ülkede ve zaman diliminde yaşadığımızın farkındayım. Tek başımıza iyileşmeyi de öğrenmemiz lazım.

Her anlamda kendimizi önce kendimizin hasta ettiğini ve aynı şekilde kendimizin iyileştirebileceğimizi düşünüyorum. Bağışıklık sistemimizin bazı şeyleri yok edememiş olması ve sonucunda hastalanmamızın nedenlerini keşfetmek için içsel yolculuklara ihtiyacımız olduğu kanısındayım. Doktora da gidelim, bedeni toplamak için ilaçlar da alalım; ama "hayatımda şu an ne istediğim gibi gitmiyor? neden hastalandım?" diye düşünmeye de vakit harcayalım istiyorum.

Sonrası zor... Şeffaflık gerektiriyor. Önce insanın kendiyle olan diyaloğunu güçlendirmesi, sonra da kızgınlık, kırgınlık ve nefret söylemlerine sığınmadan, kaçmadan her neyle yüzleşmesi gerekiyorsa onunla yüzleşmesi...

İlgi ve sevgi bence de en büyük ilaç, ama doktorun orada eksik söylediği şey, "önce kendinize..."

Bu kadar yeter. Battaniyem beni bekler.

P.S: Yazıyı bitirmeme yakın annemde elinde torbalarla bana geldi. Ben şu an zatürreye yakın bir şey geçiriyorum, onun da beli çok kötü durumda, o yüzden yorulmasın istedim, gelme dedim. "Aklım sende kaldı, sana çorba yapmaya geldim" dedi. Hediye de almış. Çaktırmadım ama gözlerim doldu. Tek başıma iyileşebilirim, ama anne sevgisiyle daha kolay olacağı kesin :) Minnet... <3 p="">

Sağlıklı günlere!

ZD

Gerçek renkler

İnsan, hayat yolculuğunda yürürken, kendisinin gerçek renklerini görenlere ihtiyaç duyuyor. Özellikle yirmili yaşları geride bırakırken, adımlarını daha sağlam basmayı öğrenirken ve bu sırada çeşitli hatalar yaparken. Önem sıraları değişiyor, o pervasızlık azalıyor, artık deli gibi dönen bir tekerleğin hayatını yönetmesine izin vermemeye başlıyorsun.

Hayatında bir süredir var olan ya da yeni dahil olmuş olanlara, bir süre sonra karanlık yüzünü de göstermen gerekiyor. Önce kendinle o siyahlığın varlığı konusunda mutabık olman lazım, mükemmel değilsin, ne kadar aydınlıksan o kadar karanlık barındırıyorsun içinde, bunu sırasıyla anlaman, kabullenmen ve bu halini de olduğu gibi sevmeyi başarman gerek. Söylendiği kadar basit değil. Savaşmayı kesmek lazım. Bu kaosu ancak barış içindeyken sindirebiliyorsun. 

Her zaman gökkuşağı olmuyor kalbinin içinde. Ayrılıklar, ihanetler, ölümler yaşıyorsun. Çeşitli oyunlarla, planlarla karşılaşıyorsun. Kirleniyor, grileşiyorsun. Hep aynı beyazlıkta kalman mümkün değil. Beyaz, aslında içinde tüm renkleri barındırır, belki bilirsiniz. Yani beyaz demek, renksiz olmak değil, içinde gökkuşağı barındırmak demek. Oraya siyah düştü mü renkler birbirine giriyor. Büyük bir özen ve sevgiyle, arınmayı sürekli olarak denemen şart, yoksa tamamen siyahlaşıyorsun. Bazen de karanlığa teslim olup seni yutmasına izin vermen gerekebiliyor, ki büyük resimle barışabilesin.

Peki sen siyahken ne oluyor? Kırıcı oluyorsun, sözlerin, yaptıkların en yakınındekilerin canını yakıyor. Daha da ötesi, onların karanlık zamanlarında yanlarında olamıyorsun; bencil ve sorumsuz oluyorsun. Renklerin parlayamıyor, çünkü karanlık onları birer birer yutuveriyor.

İşte tam bu zamanlarda, "ben senin gerçek renklerini biliyorum, karanlığını da görüyor, ondan korkmuyorum" diyenlere ihtiyaç duyuyorsun. O zifiri karanlıktan, debelendikçe daha da derine götüren o bataklıktan, riskleri göze alarak sana el uzatanlar olmadan tek başına çıkman çok zor.

Bu yazı, benim karanlık tarafımla en az benim kadar barışık olup, onlar saklanırken bile benim gerçek renklerimi görebilen ve her daim yanımda olanlara bir teşekkür yazısı... Batmama izin vermediğiniz için, size yanlış yapmama ve zaman zaman kendi kendimle uğraşmaktan dolayı gösterdiğim vefasızlığa rağmen benden umudu hiç kesmediğiniz için, görülenin ötesine bakabildiğiniz için, öfke ve çaresizlik içindeyken bile elimi bırakmadığınız için... 

Kalbimin en derininden en büyük minnet ve sevgiyle size teşekkür ederim. 

Size ve benim içimdeki ruha saygı gösteriyorum, sizin ve benim ruhlarımız bir, biz biriz; size ve tanrısal özünüze selam olsun, içimdeki tanrısal öz,sizin içinizdeki tanrısal özü selamlar. 

Kısaca Namaste. 

Hadi, şarkımız da gelsin; http://www.youtube.com/watch?v=SRHgGxqBWys

Selametle;

ZD

Yıldız Olmaya Ramak Kala

Dün, 33.film festivali dahilinde gösterimde olan "Twenty feet from stardom/ Yıldız Olmaya Ramak Kala" adlı bir belgesel film izlemeye gittim. 

Filmi anlatmayacağım merak etmeyin :) 

İKSV'nin kitapçığındaki açıklamasını her yerde bulabilirsiniz;

"Oscar adayı bu müzik belgeselinde röportaj yapılan isimler arasında Bruce Springsteen, Stevie Wonder, Mick Jagger, Sting gibi efsaneler var. Ancak bu kez sahneyi, memnuniyetle, yıllarca gölgelerinde kalmış şahane seslere bırakıyorlar: Albümleri ve konserlerinde geri vokalleri yapan şarkıcılara. Müzik piyasasındaki en iyi vokalistlerden birkaçının kariyerini perdeye taşıyan Yıldız Olmaya Ramak Kala, pop müziğin son elli yıl içerisinde nasıl değiştiğine, Afro-Amerikalı kadınların müzik endüstrisinde var olma çabasının zorluklarına ve doğal olarak sivil haklar mücadelesine değiniyor."

Bunu okuyunca koşa koşa bilet almaya gittim, sonra da biletime günlerce gözüm gibi baktım.

Dün Beyoğlu sinemasına biraz erken vardım. Oldukça kalabalıktı. İçeriye girip oturdum. "Herhalde benim gibi filme yalnız gelen çok yoktur" diye düşünüyordum ki hemen sol yanımdaki koltuğa 40'lı yaşlarında bir hanımefendi oturdu. Sonra, "burası C sırası mı?" "C sırası 1.koltuk nerde?" diye bağıran, elinde bastonuyla yolunu bulmaya çalışan 80lerinde tonton bir teyze geldi, ben ona koltuğunu bulması için yardım ederken bile koltuk numaralarının küçük harflerle yazıldığı konusunda söyleniyordu. Ama çok tatlıydı, bir görseydiniz. Aradan beş dakika geçmeden hemen sağıma 20'li yaşlarının başlarında bir genç kız geldi oturdu. Kocaman gülümsedi bana. Bizim sıraya bir baktım, dördümüz yanyanayız, tek başımızayız ve durumdan gayet memnun bir biçimde filmi bekliyoruz. 

"Bu kadınlardan her biri benim içimde var. Hepimiz biriz."

Filmin beni ne şekillerde çarptığına gelince;

Anlatması zor ama deneyeceğim;

Öncelikle yalnız olduğumu zannettiğim durumlarda ve koşullarda kesinlikle yalnız olmadığımı anladım. Kadın Sting'e, Stevie Wonder'a veya Michael Jackson'a vokal yapmış, Amerika'da ve dünyada yıllarca turne yapmış; ama özde aynı şeylerden muzdaribiz. 

Yolculuk bir; yürüme şekilleri farklı diyelim.

Farklı ülkeler, farklı kültürler, farklı müzikler, farklı ten renkleri, farklı diller, farklı yıllar ve aynı yollarda kaybolmuşluk hissi... Aynı irade, aynı azim, aynı istek. Sesiyle hayata tutunmaya çalışan bir avuç kadın... Onları sürekli sömüren bir sistem.

"Bu kadınların her biri benim içimde var. Hepimiz biriz."

Yıllardır bana hiç egom olmadığı veya çok fazla olduğu konusunda baskı yapılır. İki uç var, ortası yok. Filmi görünce dank etti bana, iki taraf da çok haklı;

Egom yok, çünkü bütün ışıklar önümdeki solistteyken, tek düşündüğüm belirli yerlerde "aa uu" diyerek olsa bile ona sahnede sesimle, fiziğimle ve enerjimle hizmet etmek, müziğin içinde iki insan sesinin beraber tınlayarak yaratabilecekleriyle kendimi akışa bırakmak ve bunun için herhangi bir övgü beklememek; hatta çoğu zaman görünmez olmayı, "kolay harcanılabilir" olmayı ve işim bittikten sonra sessizce kaybolmamı beklemelerini kabul etmek.

Çok fazla egom var; çünkü bunu yıllarca aynı çizgide, aynı sevgide ve aynı özveride yapabilmek ve hala o sahneye bu şartlarda çıkabilmek için bu gerekli. Yoksa parçalanırız.

"Bu kadınların her biri benim içimde var. Hepimiz biriz."

Özet şu ki; yetenek, güzellik, ses, özveri vs bir yere kadar yetebilir; size inanan insanlar, müzisyenler, yapımcılar, besteciler ve en önemlisi şansınız olmadan daha fazla ileriye gidemeden ve hiç sesiniz duyulmadan yok olma imkanınız var. Kendinizi pazarlayabilmeniz ve çeşitli bağlar kurmanız gerekiyor. Bir de hayatta bilerek ya da bilmeyerek aldığınız tüm sorumlulukların ve maddi/manevi bütün yüklerin ağırlığı içinde hala aynı saflıkta şarkı söyleyebilmek gerçekten büyük bir güç gerektiriyor. Eğer içsel yolculuğunuza çıkmadan tepeden inme bir şekilde üne maruz kalırsanız, kaldıramama olasılığınız çok yüksek. Sağda solda bir yerde kendinizi kaybedebilir, alkolik olabilir ya da over dose'dan gidebilirsiniz. Çok ince bir çizgi...

"Bu kadınların her biri benim içimde var. Hepimiz biriz."

Film boyunca çok duygulandım, sık sık gözümden yaşlar geldi. Çok güldüğüm yerler de oldu. Yanımdaki kadınlarla beraber gülüp beraber ağladık. Hiç zaman geçirmeden, birbirimizi hiç tanımadan, farklı yerlere çarpa çarpa aynı şeyleri hissettik, belki farklı derinliklerde.

Filmden çıkarken hepimiz birbirimize iyi günler diledik. Yanımdaki kocaman gülümsemesi olan kıza filmin sonunda nerdeyse sarılacaktım.

"Bu kadınların her biri benim içimde var. Hepimiz biriz."

Ara sıra bana Facebook'tan veya Twitter'dan "Zeynep abla ben de senin gibi olmak istiyorum, vokal yapmak istiyorum, şarkı söylemek istiyorum, ne yapmalıyım?" diye soranlar oluyor. Elimde gizli bir tarif olmadığından cevap vermekte zorlanıyorum, ama şunu söyleyebilirim; kızlar, bu filmi izlemeden karar vermeyin.

Ve artık kendimden emin bir şekilde söyleyebilirim ki;

Tek başınalık yalnızlık değildir. Hissedebilirsek hepimiz biriz.

Şansımız bol olsun.

ZD