27 Aralık 2013 Cuma

Şarkıcı olmak

- "Ne iş yapıyorsun?"
- "Şarkı söylüyorum, şarkıcıyım."
- "Aaa ne güzel, hayat sana güzel valla. Çalışıyoruz biz sabahtan akşama kadar, canımız çıkıyor. Sahne ne güzel ya.."

Olay sanıldığı kadar basit değil. Şarkıcı olmayı seçmemin nedenleri var. Hep sahnede değilim. Anlatmaktan yorulduğum anlar var. Hatta anlatmaya bile uğraşmadığım sadece bir gülümsemeyle geçiştirdiğim zamanlar... 

Hayatı özünden anlamaya çalışma ve şarkı söyleme nedenlerim bir. Şarkıcı olmak demek, söylediğin melodilerin, tüm kelimelerin, harflerin, renklerin ve ötesinde yatan duyguların içinden geçebilmek demek. İçinden geçebilmek, dile getirmek değil. İçinden geçebilmek için o duygularla tanışıyor olman gerek, onlarla zaman geçirmiş olman, zaman zaman tüm o hissiyatların hayatını yönetmesi, o duyguların seni tamamen kaplamasına izin vermek demek.

Şarkıcı olmak, ruhunun bedeninle olan bağlantısını hiç koparmamak demek. İçinde yaşadığın durum ne kadar huzurlu ya da çalkantılı olursa olsun, gözlerini kapayıp bahsettiğino duyguya senkronize olmak adına, o şarkı süresince kendini bir kenara koyup, tümden yok olmayı göze almak demek. 

Kariyerine şarkıcı olarak başlayıp, para, ün ve bunun gibi egosunu sürekli besleyip özünü emen tonlarca şey "kazanmış" olan insanlar tanıyorum. Onlar artık birer şarkıcı değil, başka kalıplara bürünmüş şarkı söyleyen, kendisi ve Evren'le bağlantıyı yitirmiş ruhlar... Kanımca müzik piyasasındaki en büyük tehlike uyuşturucu ya da alkol değil, bu hale gelmek. 

Bana sorarsanız; farkındalık olmadan şarkıcı olunmaz. Farkındalık olmadan şarkıcı kalınmaz. Farkındalık yolu etraf binlerce acı mayınıyla kaplıyken, sakatlansan bile varacağın yerden çok yürümeye olan hevesinden geçer.

Şarkı söylemek; dünyevi zamanda 3-5 dakika sürse de, aslında derin bir tavşan deliğinden içeri düşmekten farklı değil. Şarkı söylemek, karanlıkta sadece duyguların, notaların ve onları teker teker, birer birer özenle işleyen sesinin bir yerlerinden tutarak o karanlık seni yutsa da yolunu bulmaya çalışmak demek. 

Şarkıcı olmak; aslında çırılçıplak olmak demek. Ruhunun hiç güneş görmemiş taraflarını başkalarının gözü önüne cesaret ve özgüven eşliğinde ışıklarla sermek demek.

Şarkıcı olmak; zavallı bir hayalperest damgası yemek demek.

Şarkıcı olmak; zamandan ve mekandan bağımsız şekilde hiç kimse görmeden ordan oraya sürüklenmeyi göze almak demek.

Şarkıcı olmak; içsel yolculuğunu, anlam arayışını, hayata tutunma şeklini sürekli olarak pes etmeden değişik şekillerde devam ettirmek için koyduğun zaman ve emek demek.

Bütün bunların ışığında, biri size "şarkıcıyım" dediği zaman bu stepleri kendi çapında teker teker geçen birini hatırınızda tutmanız gerektiğine inanıyorum. Diğer her şey, bence birer dekor.

Ve bütün bunların ışığında, bir kez daha utanmadan, başım dik söyleyeceğim son şey; kendimi bildim bileli şarkıcı olma yoluna baş koyduğum ve son nefesimde bile şarkıcı olarak kalmayı başarabilmeyi dilememdir.

Sevgiyle kalın,

ZD

Neden?

Hayat kurmak kumdan bir şato yapmaya benziyor; sıfırdan başlıyorsun, yavaş yavaş inanılmaz bir emek vererek şekillendirmeye başlıyorsun yaşamını. Minik bir bebekken önce emeklemeyi sonra adım atmayı sonra koşmayı öğreniyorsun, sonra ne zaman hangisini yapman gerektiğini. Kelimeleri öğreniyorsun, neyin ne anlama geldiğini, sonra onları yan yana koyuyor, cümleler oluşturuyorsun, eğer kafa patlatmaya razıysan ve imkanın varsa gidip başka diller de öğreniyorsun. Hayaller kuruyorsun; nelerden hoşlandığını, neleri iyi yaptığını bulman gerekiyor, bu arada ailen, içinde yaşadığın toplum ve yüzyılın normlarına (en azından bir kısmına) boyun eğmen gerekiyor. Bazen yıllarca durup beklemen gerekiyor, sabretmeyi öğrenmen. 

İçsel olarak büyümeye başlıyorsun. Birilerini seviyorsun, sevgi emek istiyor, zaman istiyor, onu oyalarla işliyor, süslüyor, boyuyor, büyütüyorsun. Arkadaşların, dostların oluyor, onlar da aynı emekten istiyor. Vefayı öğreniyorsun, kaçınılmaz olarak vefasızlığı. Güveni öğreniyorsun, kaçınılmaz olarak kazık yemeyi. Her bir deneyim, pozitif ya da negatif seni şekillendirmeye devam ediyor. Dalgalar geliyor, yıkıyor kumdan kaleni. Yeniden yapıyorsun, tekrar bir koca dalganın gelip onu unufak edeceğini bilerek.

Bedenine bakıyorsun, vitaminler yutuyor, ilaçlar alıyor, türlü türlü mis kremler, antioksidan yiyecekler, şifalı meyveler sebzeler yiyorsun.  Bazen en lezzetli ama en zararlı olanlarından... En çok onlardan keyif alıyorsun. Spor yapıyorsun. Saçlarını boyuyor, kestiriyorsun, yine bir gün aynı şekli alacağını bilerek. Kadınsan, tırnaklarına, bacaklarına, göğüslerine, kollarına, kalçana, göbeğine ayrıca dikkat etmen gerekiyor. Bir manikür-pedikür yaptırmak için bile iki saate yakın zaman harcaman... 

Ve bütün bunları yaparken bir gün öleceğini biliyorsun. Severken, şartlar değişirse sonradan canının çok acıyabileceğini... Güvenirken, sırtından bıçaklanabileceğini... Yatırım yaparken, bütün paranı kaybedebileceğini... Evlenirken, boşanabileceğini... Çocukların olursa, onları bir gün kaybedebileceğini... Sağlıklıyken aniden hastalanabileceğini.... Hepsini biliyorsun. 

Dalgalar gelip birer birer bütün kalelerini dağıtsa da hepsini yeniden kuruyorsun. Dünyanın en ünlü, en zengin insanı dahi olsan, senden zerre kadar iz kalmayacak bir yüzyıl olacağının da farkındasın. Doğurduğun tüm çocukların ve onların çocuklarının da öleceğini biliyorsun. Yarattığın her şeyin solacağını, yeni aldığın her şeyin eskiyeceğini... Emek verdiğin her şeyin teker teker yokolacağını... Şimdiye odaklanmak aslında en iyisi ama; "Şu andan daha bariz daha elle tutulur bir şey yoktur ama o yine de elimizden kayıp gider. Hayatın tüm hüznü işte bu gerçekte yatar." der Milan Kundera.

Peki, öyleyse neden hala çabalıyorsun? 

Seni ileriye gitmek devam etmek için ne motive ediyor bilmiyorum ben ancak kendi cevabımı verebilirim, o da şu; herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerek diye düşünüyorum ve yaşam da böyle bir şey ve bütün bunların içinden geçebilmek, nefes alabilmek, deneyimlemek, başka insanların kalplerine sevgin ve hayallerinle dokunabilmek, ne olursa olsun bence büyük şans. Doğa ve zaman seni kaçınılmazlara götürse bile, varacağın yerden çok yolculuğun kendisi önemli de ondan. Büyülü anlar var. 

Merak ediyorum; bu yazıyı sonuna kadar okuma sabrını göstermiş ve hala var olan, nefes alan sen, evet sen, aşağı yazsana, bütün bunlara rağmen sen neden devam ediyorsun?

ZD

Öz

Sonsuz olasılıklar diyarında, tutku, acı, hayaller ve hayalkırıklıklarıyla boğuşan ruhlarız aslında. Bütün bunları yaşarken bazı insanlar bizim yolculuklarımıza eşlik ediyorlar. Kaderin ya da tesadüfün, artık nasıl görmek istersek, karşımıza çıkardığı zorluklar, yokuşlar, sınavlar var. Shakespeare'in yazdığı gibi; 

"Bütün dünya bir sahnedir...Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu...Girerler ve çıkarlar...Bir kişi bir çok rolü birden oynar. Bu oyun insanın yedi çağıdır. İlk rol bebeklik çağıdır, dadısının kollarında agucuk yaparken...Sonra mızıkçı bir okul çocuğu... Çantası elinde, yüzünde sabahın parlaklığı ayağını sürüyerek okula gider.Daha sonra aşık delikanlı gelir, iç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şiirleriyle... Sonra asker olur, garip yeminler eder. Leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç ,savaşta atak ve korkusuz, topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar. Sonra hakimliğe başlar, şişman göbeği lezzetli etlerle dolu, gözleri ciddi, sakalı ciddi kesimli... Bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur ve böylece rolünü oynar. Altıncı çağında ise palyaço giysileriyle, gözünde gözlüğü, yanında çantası gençliğinden kalma pantalonu zayıflamış vücuduna bol gelir. Ve kalın erkek sesi, çocukluğundaki gibi incelir. Son çağda bu olaylı tarih sona erer. İkinci çocukla her şey biter. Dişsiz, gözsüz, tatsız, hiçbir şeysiz..."

Her birimiz bu aşamalardan geçiyor gibi gözüksek de aslında bazılarımız bazı çağlarında kalıveriyor. Roller değişiyor. Bazen hep mızıkçı bir okul çocuğu gibi kalıyoruz ömrümüzün sonuna dek. Bazılarımız palyaçoluk evresine geçemeden bu dünyayı bırakıp gidiyor, bazılarımız hep agucuk yapıyor, öbür çağlara geçmeyi reddederek... Bazılarımız da acıyla kavrulup şekilleniyor, potansiyeller ancak bazı sınavları yıldızlı pekiyi ile aşarak ortaya çıkıyor.

Ne yazık ki, seçtiğimiz roller başkalarının hayatlarını da etkiliyor, bize en yakın olanların. Ve aslında her çağımızda, dikkatlice bakarsak ya yanımızdakiler değişiyor ya da onlarla olan iletişimimiz; bazıları sonsuza dek hayatımızdan çıkıyor, bazılarından biz vazgeçiyoruz. Sevdiklerimizle aynı frekansı yakaladığımız anlar aslında en mutlu anlarımız.

Fakat acı bir gerçek var, özde yalnızız. Bütün erkek ve kadınlar hayatımıza girip çıkarken, biz yalnızız. Herkes bir yere kadar eşlik edip gidiyor. Bunu isyan etmeden kabullenmek çok önemli. Çok çok çok zor. Herkes, biz izin verdiğimiz ve/veya kendi kapasiteleri ne kadarsa o kadar verebiliyorlar bize. Onlardan daha fazlasını isteyebiliyoruz, bazıları buna hazır değilken, diğerleri kendiliğinden zaten verir durumda oluyorlar. Nereye kadar, kimse bilemez.  Almaya alışıksanız, vermekte zorlanabilirsiniz. "Benim de sınavlarım var" deyip işin içinden sıyrılabilirsiniz. Doğrudur ama biliyor musunuz? Bu tür bir paylaşımı satın alamazsınız; onu dilenemezsiniz, onu çalamazsınız... Onu birisi size ancak gönül rızasıyla verir. Ya da vermez. İçten gelmeyen bir fedakarlığın ya da bir paylaşımın kimseye bir faydası yoktur.

En çok ihtiyacınız olduğunda yapayalnız kaldığınızda ne olur? Çevrenizde size can-ı gönülden yardım etmek isteyenler varsa, ne mutlu size, biraz daha güçlü olursunuz. Peki ya siz, insanları, hayvanları, Evren'i başka türlü seviyorsanız? Başka türlü sevilmek istiyorsanız? Bu durumda çırılçıplak, bomboş, terkedilmiş, özlem duyduğunuz sevgisiz kaldığınızda sizi kim yerden kaldırır? Ne yapılır? Nasıl davranılır? Kaçılır mı? Kalınır mı? Agresifleşilir mi? Sakinleşilir mi? Yardım istenir mi? Kim ne kadar yardım edebilir?

Herkesin başka bir yöntemi var sanırım. Ortak bir reçetesi yok. Sadece özde yalnız olduğumuz ve sınavlarımızın her birini tek başına vermek zorunda olduğumuz gerçeği var elimizde. Kimsenin merhameti, sevgisi, saygısı, maddi manevi desteği olmadan ayakta durmak zorundayız. Her birimiz önce kendi kurtuluşumuzdan sorumluyuz.

Size bir itiraf: Karanlıklar içimi tamamen kapladığında bazen büyük resmi göremiyorum, sanırım çok da anormal değil, ama hatırlatmaya çalışıyorum sürekli kendime. Bünyemin kabul etmediği anlar olsa da, derinlerde bir yerlerde de biliyorum sanki bunu. Ama işime gelmiyor. Bir sürü sınavla tek başıma mücadele etmekten çok yoruluyorum, çok ağır geliyor, ne yalan söyleyeyim.

Ama bu zamana kadar paylaşılanları hatırlıyorum. İyi- kötü hepsini. Bunları yaşamaktan ötürü ne kadar şükran dolu olduğumu hatırlıyorum. Güzel günler yaşamadık mı? Her zaman herşey karmaşık mıydı? Hayır. An itibariyle ne yaşıyorsak yaşayalım, nankörlük etmememiz lazım. 

İşin özü; kurtuluş içerlerde bir yerde... Belki gözyaşlarıyla içimizi temizleye temizleye çıkacak ortaya, pırıl pırıl biçimde. Emin olduğum tek şey başka bir yerde, birinde, birşeyde aradığımız sürece o gücü bulamayacağımız. Bunu artık biliyorum. Bu da bir şeydir, değil mi?

ZD



Hassasiyet

Ben hep çok hassas biri oldum. Çocukken de öyleydim, büyürken annem bu huyumu kucaklarken, babam böyle olmanın beni hayatta daha zor bir pozisyona sokacağına inanırdı. Ve haklıydı, çok zor dönemler oldu. Hatta bir ara hassasiyetimden ötürü o kadar zorlandım ki, katılaşmanın ve "büyümenin" gerekliliğine neredeyse inanacaktım. Ve itiraf edeyim, katı olmayı denedim de. Ama üstüme oturmadı, o elbisenin içinde rahat edemedim, kendim olamadım.

Peki hassasiyet iyileştirilmesi gereken bir şey miydi gerçekten? Kalbini yeni tanıdığın insanlara sonuna kadar açmak, her ortamda kendin olmak ve iyisiyle kötüsüyle bu kavramla yüzleşmek, olduğun biçimleri ve içindeki her kırıntıyı farketmek sonra kabullenmek şart mıydı? Bu daha fazla acıya davetiye çıkarmak değil miydi? Bu kadar acımasız bir sistemde, bu kadar kırılgan ve hassas olmak 1-0 geriden başlamanın işareti miydi? Darwin'in, "survival of the fittest" teorisine kulak tıkamak değil miydi?

Bütün bunlara herhangi net bir cevabım yoktu. Sadece şunu gözlemledim: hayatta tanıdığım herkes bir şekilde halinden tam olarak memnun değildi, kusurları onlara batıyordu, kendileriyle bir noktada savaşıyorlardı. Ama aslında hepimizin görmesi gereken şey bütün o kusurlarımızla bile mükemmel olduğumuzdu, bunu anlamamak, kabullenmemek içindi bütün o patırtı.

Bir ilişkim sonrasında çok zarar gördüm. Hani bir insanı sorgulamadan, ne olacağını düşünmeden, pervasızca sevip hayatınızın merkezine oturtursunuz ya... "Tamam" dedim, "dersimi aldım, artık bu şekilde yaşamayacağım."  O ilişki yürümeyince dağıldım. Sertab'ın vokalistliğini yapıyordum, beni perişan bir halde görünce geldi yanıma, uzun uzun konuştu benimle. "Kendini sevmen şart" dedi. "Kendinle olan ilişkini tekrar gözden geçirip, her halini, huyunu, sevsen de sevmesen de önce kabullenmen gerek" dedi. İlk cevabım "ama ben kendimi seviyorum!" oldu. Önce hep inkar gelir.

Sonra kendimle vakit geçirmeye başladım, kendimi tam anlamıyla tanımaya, anlamaya çalıştım. Beni uzun zamandır tanıyan arkadaşlarıma gittim, "beni 10 sıfatla tanımlar mısınız?" dedim. Eski sevgililerimle sohbet ettim, onları nerede üzdüğümü, onlara ne şekilde yanlış yaptığımı, tepkilerimin ne biçimde olduğunu sordum. Hangi yönümü daha çok gösteriyordum, hangisini gizliyordum, neyle mücadele ediyordum bunu öğrenmek istedim. Bazı tepkilerimin, söylemlerimin ve hareketlerimin aynı şekilde tekrarladığını gördüm. Her zaman dürüst dostlara ihtiyaç vardır hayatta. Onlar sizin aynanız olur, şeffaf ve sevecenlerdir. Neyse ki, 20 yıldır her halimi görmüş, her dönemime tanık olmuş dostlarım var. Bunun için hep teşekkür ederim hayata. Onları dikkatle, yargısız ve savunma yapmadan dinledim.

Sonuç? Kendimi derin duygusallığım, hassasiyetim ve kırılganlığımla sevip kabul etmeye çalıştım. Hatta sadece kabul etmeyip, onların bana içten içe güç verdiğini hatırlattım kendime. Ama bunu sürekli kendinize hatırlatmanız lazım. Her kalbiniz kırıldığında... Her heyecanınız kabusa dönüştüğünde... İşler istediğiniz gibi gitmediğinde... Sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanlar çekip gittiğinde... Gözünüz kapalı güvenip, sırtınızdan bıçakladığınız her seferde... Yoksa aynı döngü devam eder.

Bugün bir makale okuyup onu paylaştım, orada "hassasiyetimi iyileştirmeliyim" diyordu. Zayıf bir anımda, egomun da beni iteklemesiyle "evet" dedim "benim de iyileştirmem lazım".  Baktım ki hala, zaman zaman mücadele ediyorum, anladım ki hassasiyetimin canımı acıttığı her an, içimdeki bütün hücreler bundan kaçmak istiyor.

O an bana bir tanıdığımdan bir mesaj geldi. Bana hassasiyet meselesini araştıran konuşmalar yapan birinden bahsetti. Ben tesadüflere inanmam. Ama meleklere inanırım. Bizimle konuştuklarına inanırım. Bunu bir işaret olarak gördüm, girdim dinledim konuşmalarını. Bir tanesini de paylaştım. Tekrar sorgulattı bana hassasiyetimi. Üzerine de oturdum, bütün açık yürekliliğimle bu yazıyı yazdım.

Belki siz de duygusallığınızla, hassasiyetinizle mücadele ediyorsunuzdur... Belki siz de içinizdeki çocuğun sesini bastırmaya yöneliyorsunuzdur. Belki kırılganlığınızı bir kusur olarak görüyorsunuzdur... Bunun bir kusur değil, sahip olabileceğimiz en değerli duygulardan, oluş biçimlerinden biri olduğunu anlatmak istedim. Kırılganlığınızın ayarlarıyla oynamayın. Canınızın yanması demek, hayatta risk alıyorsunuz, korkmuyorsunuz, korksanız bile adım atıyorsunuz demektir. Tam olarak sevebilmenin, herşeyle BİR olmanın yolu buradan geçiyor. Lütfen katılaşmayın. Ödediğiniz bedeller, çeşitli mutluluk ve huzur formları olarak size dönecektir, buna tüm kalbinizle inanın. Beyaz kalmak, hala hassas olabilmek tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli. Dibine kadar sevmeden, güvenmeden, inanmadan bu hayat neye benzer ki?

Lütfen sevmeye ve sevilmeye layık olduğunuzu unutmayın. Sonsuz sevgiyle,

ZD

Ne eksik?

Çoğu kez sevgi yeterli değildir. Evet, sevmek her şeyin özünü oluşturur, yapmayı seçtiğimiz her şeyin çekirdeğinde var olmalıdır, kesinlikle. O olmadan olmaz. Tıpkı menemen yapmak için yumurtanın gerekli olması gibi... Ama yumurta yeterli midir? Sorun burada başlıyor.

Herhangi bir ilişkinin sürmesi, büyümesi, şekil değiştirerek zenginleşmesi de bunun gibi aslında... Emek vermeden, empati, anlayış, hoşgörü göstermeden ve karşınızdaki insanı olduğu gibi kabul etmeden bir ilişkinin sürmesi imkansıza yakındır. Herkes, aslında kendi olduğu insandan sorumlu ve mükemmel olmadığının farkında olmalı, çünkü herkesin elbet kusurları vardır. Siz önce kendinizin farkında olacaksınız, kabullenip kendinizi yamalarınızla sevmeyi öğreneceksiniz de sonra bir başkasını sevmeye kalkacaksınız. Ne zor... Sonra karşınızdaki insana saf bir sevgiyle bakacaksınız, "e evet benim hoşlanmadığım böyle huylarım var, O'nun da bu huyları var, napalım yani" diyebilecek, onları sindirecek, sizi sinir etse de O, böyle bir insan olduğu için böyle davrandığını anlayacak, gülüp geçeceksiniz. İşte paylaşım böyle zenginleşir. Başka türlü, ilişkiniz giderek grileşecek, o kafanıza taktığınız kusurlar büyüyecek ve sonunda sevgi de tükenecektir. Kaçınılmaz olan budur.

Yalnız kalacaksınız, kalbiniz kırılacak, içinize kapanacaksınız ya da tam tersi kendinizi dışarı atıp üstünü örtmeye kalkacaksınız. İyi, hoş ama geçici... İşin özünü anlamadan yapılan her şey gibi beyhude. İnsan kendi ilişki deneyimlerini yaşarken ailesinde olanları örnek alırmış. Ben size benimkileri anlatayım: annem de babam da çok iyi kalpli ama herkes gibi çeşitli kusurları olan insanlardır; ama birbirlerinde başka kimsenin anlayamacağı, şımarıklık kabul edeceği, tahammül edemeyeceği şeyleri sevgi ve anlayışla kabul etmişlerdir. Üç gün önce de evliliklerinde 30. yıllarını doldurdular. Çoğu konuda hemfikir değillerdir, ama birbirlerinin fikirlerine saygı gösterirler. Kimse "benim dediğim doğru" demez. İkisi de kendi kurallarına göre yaşar, zaman zaman tartışırlar ama birbirlerini çok iyi tanırlar, herşeyleriyle transparanlardır. En önemlisi: çok iyi arkadaştırlar. Ve onları bunca yıl bir arada tutan, küsseler de kızsalar da birbirlerine sarılmalarına neden olan özde bütün bunların toplamıdır. En azından ben öyle gözlemledim.

Mükemmel olmadığımızı biliyoruz, değil mi? Karşımızdaki de biliyor mu? Kötüler ortaya çıkınca iyi tarafları da düşünüyor mu? Yoksa yargılayıp, bir hükme mi bağlıyor? İşte bütün mesele bu. İnsanlar bu yüzden ilişkiden ilişkiye koşuyor ve sonunda mutsuz oluyor. Bu aşamayı tamamlamadan ileri gidemeyiz. Bazen zor günler yaşarız, hassaslaşırız, keyifsizleşiriz, huysuzlaşırız. Bu günlerinizde anlayışla yanınızda mı oluyor yoksa uzaklaşıyor mu- ona bakmak lazım. Siz de aynı şekilde, karşınızdaki insanın, çeşitli şartlardan ötürü "kötü" olan tarafları belirdiğinde ne yaptığınızı gözlemleyin, ne tepki veriyorsunuz? Özünde sevgi olsa da, üzerine anlayış serpiyor musunuz? Aşk ve sevgi teslim olmayı emreder. Teslim oluyor musunuz?

"Hiç bir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını... Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişiyi bırak ve şu anda kimsen o ol!"  der Paulo Coelho, Zahir adlı kitabında. Kimseniz O'sunuz, ufak tadilatlar içinizde sindire sindire olacak. Sihir yok, çaba var. Yanınızda bunu anlayacak ve yaşam denilen serüvende elinizi ne olursa olsun tutacak biri olursa ne mutlu size, hayat daha güzel, renkler daha parlak, huzur daha sabit. Ama yoksa da, olmuyorsa da tek başınıza varolmayı öğrenmek zorundasınız. Bazı şeyler şanstır, öyle biriyle ne zaman karşılacağınızı ya da karşılaşıp karşılaşmayacağınızı bilmenize imkan yok. Siz, içinizi sürekli temizleyin, yaralarınızın hareket özgürlüğünüzü kısıtlamasına izin vermeyin ve nefes almaya devam edin. Kalbinizde yer açın, biri gittiğinde orayı boş bırakın ve hayata güvenin. Herşey olacağına varır ve sınavımızın ne olduğunu anlamamız için önümüze ne konulacağını henüz bilmiyoruz.

Sağlık, sevgi, empati, anlayış ve saygının bu önümüzdeki yıl hepimizin hücrelerinin her birine işlemesini diliyorum. Herkes için dileğim bu yönde. Yeni yılınız şimdiden kutlu olsun. Daha aydınlık günlere...

ZD

Gerçek renkler

İnsan, hayat yolculuğunda yürürken, kendisinin gerçek renklerini görenlere ihtiyaç duyuyor. Özellikle yirmili yaşları geride bırakırken, adımlarını daha sağlam basmayı öğrenirken ve bu sırada çeşitli hatalar yaparken. Önem sıraları değişiyor, o pervasızlık azalıyor, artık deli gibi dönen bir tekerleğin hayatını yönetmesine izin vermemeye başlıyorsun.

Hayatında bir süredir var olan ya da yeni dahil olmuş olanlara, bir süre sonra karanlık yüzünü de göstermen gerekiyor. Önce kendinle o siyahlığın varlığı konusunda mutabık olman lazım, mükemmel değilsin, ne kadar aydınlıksan o kadar karanlık barındırıyorsun içinde, bunu sırasıyla anlaman, kabullenmen ve bu halini de olduğu gibi sevmeyi başarman gerek. Söylendiği kadar basit değil. Savaşmayı kesmek lazım. Bu kaosu ancak barış içindeyken sindirebiliyorsun. 

Her zaman gökkuşağı olmuyor kalbinin içinde. Ayrılıklar, ihanetler, ölümler yaşıyorsun. Çeşitli oyunlarla, planlarla karşılaşıyorsun. Kirleniyor, grileşiyorsun. Hep aynı beyazlıkta kalman mümkün değil. Beyaz, aslında içinde tüm renkleri barındırır, belki bilirsiniz. Yani beyaz demek, renksiz olmak değil, içinde gökkuşağı barındırmak demek. Oraya siyah düştü mü renkler birbirine giriyor. Büyük bir özen ve sevgiyle, arınmayı sürekli olarak denemen şart, yoksa tamamen siyahlaşıyorsun. Bazen de karanlığa teslim olup seni yutmasına izin vermen gerekebiliyor, ki büyük resimle barışabilesin.

Peki sen siyahken ne oluyor? Kırıcı oluyorsun, sözlerin, yaptıkların en yakınındekilerin canını yakıyor. Daha da ötesi, onların karanlık zamanlarında yanlarında olamıyorsun; bencil ve sorumsuz oluyorsun. Renklerin parlayamıyor, çünkü karanlık onları birer birer yutuveriyor.

İşte tam bu zamanlarda, "ben senin gerçek renklerini biliyorum, karanlığını da görüyor, ondan korkmuyorum" diyenlere ihtiyaç duyuyorsun. O zifiri karanlıktan, debelendikçe daha da derine götüren o bataklıktan, riskleri göze alarak sana el uzatanlar olmadan tek başına çıkman çok zor.

Bu yazı, benim karanlık tarafımla en az benim kadar barışık olup, onlar saklanırken bile benim gerçek renklerimi görebilen ve her daim yanımda olanlara bir teşekkür yazısı... Batmama izin vermediğiniz için, size yanlış yapmama ve zaman zaman kendi kendimle uğraşmaktan dolayı gösterdiğim vefasızlığa rağmen benden umudu hiç kesmediğiniz için, görülenin ötesine bakabildiğiniz için, öfke ve çaresizlik içindeyken bile elimi bırakmadığınız için... 

Kalbimin en derininden en büyük minnet ve sevgiyle size teşekkür ederim. 

Size ve benim içimdeki ruha saygı gösteriyorum, sizin ve benim ruhlarımız bir, biz biriz; size ve tanrısal özünüze selam olsun, içimdeki tanrısal öz,sizin içinizdeki tanrısal özü selamlar. 

Kısaca Namaste. 

Hadi, şarkımız da gelsin; http://www.youtube.com/watch?v=SRHgGxqBWys

Selametle;

ZD