28 Aralık 2008 Pazar

Motivasyon üzerine felsefe...


Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla konuşuyorduk.. Uzun zamandan beri motivasyonumuz düşük, hiçbirşey yapmak istemiyor canımız.. Hadi ben hastalandım, uzun süre evde yattım, insanlarla ilşkilerim sınırlandı ister istemez, sonunda da ameliyat oldum, bu süreç yıprattı beni. Yani benim bahanem hazır... Öte yandan, dürüst olmak gerekirse bendeki bu tembellik hissi hastalığım çıkmadan da vardı, tıpkı bugün konuştuğum arkadaşımda olduğu gibi.. Sonra çevremdekilerle konuşurken farkettim; herkeste bir tembellik, bir uyuşma var... Çoğu "aman canım havalardandır...Kış mevsimini hiç sevmem zaten... Krizden dolayı da olmuş olabilir" gibi konu üzerinde kafa yormadan yaşamlarına bir şekilde devam ediyorlar... Sonucunda kimisi günde 15 saat uyuyor, kimisi boş boş televizyon seyrediyor, kimisi de kendini internete kaptırmış; herkes beyninin bu konu üzerinde yoğunlaşmasını engellemeye çalışıyor.

Bazılarımız, ki bunların içinde ben de varım, bu hissi kurcalayıp duruyor..." Hayatımda ne oldu? Ben neden böyle hissediyorum? Ne yapmam lazım?" diye düşünüyor. Bugün konuştuğum arkadaşım "aynen o haldeyim ben de ve işin acısı farkındayım böyle olduğumun ama farkında olmanın hicbir ise yaramadığının da farkındayım.. Hiçbir sey değişmiyor, hala öyle bisi yapmak istemeden ve yapmayaraktan devam ediyorum" dedi.

Onun üzerine de ben, "belki de kendimize bunu yapmak icin de izin vermeliyiz, herseyin bir nedeni varsa- ki ben bunun dogruluguna inanıyorum- o zaman bunun de bir nedeni var ve belki bunu da deneyimlememiz, kendimizi biraz rahat bırakmamız lazım.. Biraz"nefes"e ihtiyac var...Şahsen ben giderek daha az hırslı ve azimli oluyorum..Zamanında kendimi cok zorladıgim icin belki de. Hicbirimiz makine degiliz, beynimizden ve bedenimizden bazen cok sey bekleyebiliyoruz ve her zaman kullanıma hazır bekleyen bir enerji birikimi olmayabilir.. Daha normal birşey var mı? " dedim.

"Bana da oyle geliyor,annemle babam da biraz kendini rahat bırak diyor, direnme "Neden boyleyim ? " diye.." dedi arkadaşım. "Beynim boyle egildi ruhum da, eskiden hosuma gidiodu dersler hep hosuma gitti ama simdi yük olarak algiliyorum bunu...Dedigin gibi nefes isteyebilir beyin/vucut, demek ki boyle olmasi gerekiomus, sen direnirsen, reddedersen yorulursun daha cok, zorlama kasma, birak, her seyin bir sebebi var demek ki boyle olmasi gerekio su anda. Karakter hep calisan ve azimli olunca, bir anda bu ozellik yok olunca biz de sok geciriyoruz haliyle ve direniyoruz, ama direnmemek gerek (hirpalayarak direnmemek gerek demek istiyorum) sorgulamaktansa sormak daha muhim heralde" dedi.

"Galiba öyle..Bizi biz yapan tek sey calismak ve azimli olmak değil...Bunlari yapmayınca da degerimiz azalmıyor veya yokolmuyor; belki de bunu görmemiz lazim..Baska yönlerimizi, eğilimlerimizi, gizli köşelerimizi yoklamamız, bulmamız gerekiyor belki de.." dedim ben de söylediklerinden sonra.

Bunların üzerine "Degeri alcaltmiyor bunu hissedebiliyorum ama soyle bir sey varki calismaya alisik tarafa yavasca tembel his kendini tanitiyor ve calismaya alisik taraf bu tembelliği içine çekiyor, emiyor: ben bunu engellemek istiyorum...Engelleyebildigim kadar engellyecegim, olmazsa da hirpalamiayağım kendimi artik , çünkü 'everything happens for a reason'. Sen de dene boyle birşey istersen.." diye bir öneride bulundu arkadaşım.

"Tembelliğe karşı proaktif bir şekilde savaşmayalım demiyorum ben aslında.. Yani tepkisiz kalalım, sorgulamayalım, ne olursa olsun düşüncesinde değilim..Ama "kendini hırpalama" konusunda ciddi sorunlarım var. Eskiden kendimi hırpalamadan ilerlemeyeceğime inanıyordum, şimdi kendimi hırpalarayak ilerleyemeyeceğimi keşfettim. Bu çok önemli.. Enerjiyi doğru kanalize etmeyi öğrenmek kolay iş değil.. "Nereye ne kadar ne veriyorum? Karşılığında ne alıyorum? " diye içsel bir hesaplaşma yaşamak zorundayım. Herkes bunu yapmak zorunda yoksa tıkanıp kalıyorsun bir yerde.. Bedenine zarar verebiliyorsun, ilişkilerini hırpalayabiliyorsun, birşeyleri hakkını vererek yapmak amacıyla kendini yavaş yavaş yoketmeye doğru gidebiliyorsun.. O zaman bedenin ve ruhun sana "Dur!" diyor... Sana işaret veriyor.. "Rahatla" diyor... "Biraz yavaşla.." Uç taraflara alışkın olanlar için "biraz yavaşlamak" bazen tamamen durmak anlamına gelebiliyor...Bu da döngülerden biri ve buna zaman zaman izin vermek gerekiyor.. Tamamen teslim olmak değil ama tabii ki bu" dedim.

"Ben de aynen iste proaktif sekilde savasan biriyim ve yapım öyle, yani sorgulamak da yapım aynennn yani ilk paragrafin resmen benim yapimi anlatti ama ilk kez bu yapim beni eylul sonundan beri ileri goturmuyor diye acaba o kadar da proaktif olmasam mi sorgulamasam mi sadece "sorsam" mi diye dusunuorum :) Teslim olmak asla degil, evet, sadece ona bir gecis hakki tanimak otokontrolle, ama su anda ben rahatlamak istemiorum ve rahatlamam gerek onun da farkindayim sanki.. Paradox icinde bir durum :)" diye yanıtladı beni.

Herşeyi çözmüş bir edayla "Sen aslında rahatlamak istiyorsun bence. Bir yanın "rahatlama, daha çok yolun var" dediği için rahatlamanın seni ilerletmeyeceğini düşünüyor olabilirsin. " diye ukalalık ettim.

Sonra yine kendi içime döndüm...Benim iki ay önce herşeyi bırakıp uzaklarda, köhne bir evde, kitaplarım ve müziklerimle kendi domateslerimi yetiştirerek yaşama saplantım doğdu. Pılımı pırtımı toplayıp gidesim var.. Sonra ben hastayken beni ziyarete gelen bir arkadaşım, "kaçıyorsun" dedi.. "Kal ve yapman gerekenleri yap." Kendime getirdi bu beni. "Yapmam gerekenler var." Daha önce birşeyi yapmam gerektiği için değil, gerçekten istediğim için yapıyordum, ama hayat böyle birşey değil, "keyfim yok o yüzden tüm dünyaya küsüyorum" deme lüksümüz yok. Öte yandan, minik kaçamaklara, tembelliklere de yer açmalıyız belki. Ortayı bulmaya yoğunlaşmak daha yapıcı olabiliyor çünkü.

İşin aslı, herşey bir deneyim ve sonuçlara bakmaktansa sürecin bizzat kendisine odaklanmak "varolmanın dayanılmaz hafifliği"ni derinlerde bir yerde hissettirebiliyor bize. Ne kadar çok şey öğrensek ve bildiğimizi iddaa etsek de hayat hergün bize kendinin ve kendimizin bilmediğimiz yönlerini gösteriyor... Bir hayat yetmeyebiliyor kendimizi veya hayatın arkasındaki gizemleri çözmeye... İçimizde varolan değişik değişik hisleri, tepkileri, karakterleri oldukları gibi kabul etmeye ve sevmeye başlamamız gerekiyor. " Dünya berbat bir yer, insanlar çok kötü" diye mızmızlanmakla vakit kaybetmek yerine içimizdeki berbatlıkları, kötü tarafları görmeye izin vermemiz, sindirmemiz ve değiştirmeye hazır hale getirmemiz gerekiyor ki bizimle beraber dünya da biraz daha güzelleşsin. Bizi kurtaracak Mesih'ler, uzaydan gelen yaratıklar, ilahi müdahaleler yok, olmayacak da. Biz kendimiz birşeyler yapmazsak, sevgiye daha çok yer açmazsak, hiçbirşey değişmeyecek.

"Bir insanı sevmekle başlar herşey, bakarsın bir insan bir evren oluvermiş..."

Birini sevmek için kendimizden başlamak lazım, bilmem ki bunu neden sürekli erteleyip duruyoruz...

13 Aralık 2008 Cumartesi

David Lynch

David Lynch'in "Inland Empire" adlı bir filmi var. Geçen sene film festivali kapsamında gelmişti film İstanbul'a, ben de kalıplarımı kırmak adına gidip Beyoğlu AFM'de izlemiştim filmi. Sevmediğim, bir türlü ısınamadığım insanlara, akımlara, şeylere, filmlere, sanat eserlerine ikinci, hatta üçüncü şansı vermek benim huyumdur. Farklı zaman dilimlerinde algılar değişebilir, insan farketmeden kendi içinde yenilenip başka şeylerin farkına varabilir çünkü. Bir de "amaaan ben onu sevmiyorum şekerim" deyip işin içinden sıyrılmak bana fazla kolay gelir. Kolay şeylerden de pek hoşlanmadığım için, kendimi zevklerimi sorgulamaya zorlarım.

Neyse, filme gittim, 3 saati aşan bir süre ara olmadan izledim. Full konsantre izledim hem de. Dikkatim dağılmasın diye mısır bile yemedim. 2. saate girdiğimizde içim çok bunaldığı için bir şişe suyu diktim ama. Filmi söylene söylene terkedenlere de aldırmadım. Oturdum, film bittikten sonra çıkan yazıları bile okudum.

Peki, film nasıldı? Bana göre nasıldı onu söyleyebilirim ancak. Bu David Lynch manyaklığını hiçbir şekilde anlamlandıramadığımı belirtmeliyim. Adam ressam aslında, "hiçbirşey göründüğü gibi değildir" felsefesini benimsemiş, insanların kafasını bulandırmaktan hoşlanan bir psikopat bence. Resim yapmaya devam etseydi, çok başarılı olurdu eminim, renklerle oynamayı çok iyi biliyor çünkü, ama nedendir bilinmez, insanlar "şölen" olarak adlandırdıkları David Lynch filmlerinden birşey anlamıyorlar. Kimse anlamıyor, itiraf edelim. Ya da herkes başka bir şey anlıyor, bu da anlam zenginliğinin değil,anlamsızlığının göstergesi zaten. Bu post-modern akımın güzel tarafları olduğu kadar çöplük tarafı da var. Bence bu adam, çöplük tarafına girenlerden.

Bir kere, belirli bir kurgu yok. Sahneler arası geçişler tamamen anlamsızlık üzerine. Seyircilere tanıtılan kişiler, bir anda başka insanlar oluyorlar, mekan kavramı sıfırlanıyor, takip edilesi bir tema yok. "Filmin konusu neydi?" sorusunun cevabı yok, çünkü filmin bir konuyla başladığını sanıyorsunuz, ama sonra alakasız ve anlamsız labirentlere sürüklüyor sizi. Kim kimdi, biz nerdeydik, neden bahsediyorduk, nerde kalmıştık, hiçbir fikrimiz yok. "Ya bizim kafamız mı iyi?" diye sorarsınız, kendinizden şüphe etme olasılığınız çok yüksek. Hani insanın kafası çok iyiyken birkaç sahneyi kaçırır ya, "abi sen orda kaldın anlaşılan" diye espri konusu olur. Hakikaten öyle bir durumdayız. Sinemaya girerken biri çaktırmadan popodan eroin yaptı da bizim haberimiz mi yok?

"Sen sinema uzmanı mısın kardeşim? Ne diye bilmediğini eleştiriyorsun?" diye üzerime yürüyebilirsiniz. Hayır, sinema uzmanı değilim, ama sinema dersleri aldım, setlerde bulundum, kitaplarını okudum, İstanbul'a gelen kısa/uzun neredeyse bütün film festivallerine gittim,farklı ülkelerden, farklı dillerden milyonlarca filmler izledim. Bir filmi izlerken kurgusundan oyuncularına, kullanılan renklerden müziklere, kamera açılarından sahne geçişlerine kadar didikleyip izlerim. İyi bir izleyiciyim diyelim. Eleştirme hakkımı burdan alıyorum.

Bazı insanların anlamadıkları şeyleri yücelttiğini biliyoruz. Ben, bana ifade eden şeyleri benimseyebiliyorum, bunun için de kimseden özür dilemeyeceğim. Ama ne olur, David Lynch fanatiği olduğunu iddaa edenler bana anlatın, bu adamı veya yaptığı filmleri niye seviyorsunuz, neden izlemekten zevk alıyorsunuz? "Hiç izlemedim, bilemeyeceğim" diyenler de bu gece imkanları olursa izlesinler, bana yazsınlar. Meraktan soruyorum, art niyet yok. Bekliyorum cevaplarınızı.

kalp tutulması

Kendimin bile bilmek istemeyeceği şeyleri kurcalıyorum geçmişime dair. Hatırladıklarım arasından sıyrılanların çoğu içimdeki o sessiz çölde varolan birkaç çalı çırpı sadece, rüzgar çıkınca anlaşılıyor orada oldukları. Onların haykırmalarına yardım ediyor sanki esen yel, zaman zaman onlardan parçaları kendine katarak ilerlese, oradaki dikenleri ıssızlığımdaki başka yerlere saplasa, canımı acıtsa da…

Hiçliğin farklı boyutlarında defalarca kaybolan, kayboldukça kendine yaklaşan ama bir türlü kendini yakalayamayanlardanım ben de… Işık’la arama giren başka dünyalar var bende kalp tutulması yaratan. Karanlık bütün fırsatları kolluyor içime yayılmak için, derme çatma gecekondular kuruyor oraya buraya, canı sıkılınca da onları aynı hızda yokediveriyor. Ne inşa edilme süreçlerinden, ne de yıkılmalarından mutlu olamıyorum, ne de olsa bana ait değiller aslında.

Kendi küçük kulübelerim var benim denizkenarlarında, bir ağacın dalına asılan ipli salıncaklarda, her an tutuşabilir diye mum yakamadığım çift kişilik ağaç evlerde…Ve ne olursa olsun o anlar, anılar benimle olmaya devam ediyorlar içimde. Ben kendi yolumda ilerlerken bana umut veriyorlar, sevgiyi ve özveriyi hatırlatıyorlar. Kurcaladıkça, Işık da Karanlık da aynı anda fırlayıveriyorlar saklandıkları yerden; ben de hangisinin içine bırakırsam kendimi,onunla varoluyorum.

yap-boz

İnsan kendi içindeki labirentlerde kaybolunca, dizlerinin üzerine çöküp dua etmenin yararsız olduğunu gösterircesine akıyor hayat, ilahi yardımların içsel inanç sisteminden oluştuğu zamanlarda, insan kendine inanmadan, kendini inandırmadan, kurallarını yıkıp tutunacak dalları dahi olmadığında gülümsemeyi öğrenmeden, kendi yaptığı kozadan kabuklarını kırarak dışarı açılmadıktan, bu arada kendine ait ne varsa bir yap-boz misali keşfedip, kaybedip, yeniden anlamlandırmadan içinde bulunduğu yolculuğu keşfedemiyor.

Kendini sıfırlayabilmeli bazen insan, kendine zarar gelmesin diye senelerce uğraşıp didinip ördüğü sağlam duvarlarda delik açabilmeli zaman zaman, ötesinde ne olduğunu görmek adına değil de o duvarları delip yine de ayakta kalabildiğini kendisine göstermek için… Bireyselliğin keşfinin acılı olduğunu öğretmedi oysa kimse bize, “karşındakini sev” dediler, “fedakarlık iyidir” dediler, ilk önce kendini sevmeden başkalarına verecek hiçbir şeyin olmadığı gerçeğini göz ardı ettiler.

Işık’ı kendi içinde bulmak için kendini sevmenin, kabullenmenin, tekliğinin mucizevî parıltısını hissedebilmenin gerekliliğinden üstün körü haberleri olanların düştüğü derin kuyularda kaybolmak her zaman gerekli mi, bilmiyorum. Herkes aynı şekilde keşfetmez bazı şeyleri. Kişinin bazen tek başına arkasına bakmadan yürümesi, bazen de hiçbir şey yapmadan, çimlere uzanıp gökyüzünü seyretmesi gereken anlar var hayatta. Tek başına yürürken bir sonraki durağın ne olduğunu oraya varmadan nasıl bilmiyorsa, gökyüzüne bakıp sadece durduğu zaman, kalkması gereken anı o an gelmeden bilemeyebilir kişi. Hayatın hem en bilge, hem de en esprili yanlarından biri de zaten bu değil mi?