6 Eylül 2007 Perşembe

okyanus

Kendi yaşamının başkahramanıdır herkes, herkesin hayatı yazıya dönüştürülmese de bir romandır, o yüzden uçucudur, o yüzden bizim zaman dilimimizi paylaşan milyarlarca kişiden sadece kendi hayatını ele alanları, sanatçıları ya da bir şekilde ünlenip yaşamlarını “değerli” kılıp başkalarının aktarmalarına layık görülenleri bilir nesiller; ama özde herkesin hayatının -ne yazık ki her koşulu kontrol altında olmayan- spontane bir kurgusu olduğunu inkar etmemiz doğru olmaz. Kelimeleri seçme özgürlüğümüz var, başımıza gelecekleri o günü yaşarken bilmiyoruz. Geçmiş, şimdi, gelecek kavramlarıyla sınırlıyız... Eğer bir anlatıcı varsa, bu anlatıcı da Tanrı anlatıcıysa onun bizim için olan planlarından haberimiz yok... Öyle değil de herşey bize bağlıysa, bizim kendimizden haberimiz yok. Ama mekan var... Monologlar, dialoglar var... Soluk alıp vermek yeterli hikayenin devamı için, bir çeşit “arkası yarın” kuşağı hayatımız... Gece dünyayla bütün ilişkimizi kesip, gözlerimizi kapayıp transa geçiyoruz ve sabah kalkıp kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Karaya bir türlü ayak basamadığın bir gemi gezisi işte yaşam... Dalgalar, baş dönmeleri, mide bulantıları, sonra kendi kamarandaki sessizlik, güvertedeki kalabalık ve herşeyi saran bilinmezlik... Ne kadar eşsiz olsan da, kalabalıklarda farkedilmiyor işte gözünün rengi; yaklaşmadan, dokunmadan, tatmadan anlaşılmıyor kimlikler; zaten kim olduğun da günden güne değişiyor; işin aslı o kadar “ben” var ki herbirimizin benliğinde, hangisini üstüne geçirip yataktan kalkacağını bilemiyor çoğu kez kişi.


Dışardaki okyanus insanın içinde de barınıyor, belki de birbirlerinin yansımalarından başka birşey değiller aslında gökyüzü misali; damarlamızdan akan kan, bembeyaz dalgaları yaratan rüzgarla beraber içimizde dolanıp duruyor ve kalp kan pompalamamaya karar verinceye dek rüzgar şiddeti değişerek varoluyor içimizde, bir şekilde.

Vanish

Belki de hayatın bir yerinde yaşamın kendisi ve içindeki insanların yarattığı sistemle barışıp, kurtuluş yolunun onun içinde en iyi şekilde varolmak olduğunu anlamamız lazım... Radikal yollar, radikal acı ve sızılar bırakıyor çünkü ardında. Aynı anda radikal olmayan yollar da belki başkalarını üzüp duruyor.

En derinlerdeki sorun özgür olabilme isteği belki de. Seçim yapmanın bir kaybediş olduğunu benimsemekten ileri gelen bir parmaklık korkusu... Oysa hayatın kendisi bir parmaklık zaten, bir hücre arkadaşının iyi gelmeyeceğini iddaa edecek durumda mıyız sanki?

Süremiz dolana kadar bu altınlarla kaplı ama kimsenin kaçmasına izin vermeyecek kadar detaycı yaşamın ölümsüz gardiyanlarının hakimiyetindeki görünmez hapishane duvarlarıyla temastayız hep.

Kaçan geri dönemiyor, burada "toprak oldu" diye tanımlıyorlar bir şekilde kaçmayı başaranları; sonra onların bedenlerini-sanki aynı şeyin kendilerine olacağını unutmak istercesine- toprağın en alt kademelerine yatırıyorlar; en son da onların yaşam sürelerinin en önemli iki gününü genelde bir mermerin üzerine yan yana yazarak bildiriyorlar buradaki esirlere zamanın kısırlığını... Böylece o anda toprak altındakilerin ebedi edebiyatının yazımı başlamış ve bitmiş oluyor. Hayat çok komplikeymiş! Bu kadar basit olması insanların canını acıttığı için, onlar bile bile komplikeleştiriyor olmasınlar?

imkansız

Aniden duvara toslayınca anlıyor insan aslında hiçbirşey bilmediğini. Burnun
kanayıp yüzüne gözüne bulaşınca hissedebiliyorsun ancak o sızıyı. Yapacak birşey yok, bazı şeyler böyle anlaşılıyor. Keşke hiç canımız acımadan öğrenme şansımız olsa herşeyi(öğrenilenler nereye gider biz gidince?) fakat imkansızı istemekte üstümüze yok zaten. İmkansız aşkı, imkansız mutluluğu, imkansız insanın hayatımızdaki varlığını, gençliğin imkansız sürekliliğini, zamanın imkansız durdurulmasını, imkansız başarıları, imkansız doğru zamanlamayı, imkansız kahkaları, imkansız serveti, imkansız herşeyi bilmeyi... Hepimiz bunları istemiyor muyuz? Kaç insanın hayatı bunları aramakla geçmiştir biliyor musun? Bizden önce yaşamış-ve sonunda ölmüş-milyonlarca hayatın ardında ne kaldı?


Ortak bir imkansızlık daha arıyoruz galiba hepimiz: bir şekilde ölümsüz olmayı. Kimisi çocuk yapıp onu yetiştiriyor ve bildiklerini ona aktarıyor, o çocuğun da büyüyerek dünyada birşeyler değiştirmesini umarak, kimisi aynı anda başka bedenlerde başka hayatlar buluyor, kimisi botokstan konuşamayacak hale geliyor, kimisi film yapıyor, kimisi inanılmaz besteler, kimisi resim yapıyor, kimisi fotoğraf çekiyor, kimisi dünyayı kontrol etmeye kalkıyor, kimileri icra ediyor, kimisi de yazıyor.

Herkesin kendine özgü bir "kaçış/kurtuluş" yolu var işte. Hangimiz gerçekten suçlu sayılabiliriz?

uçurum

Bir uçurumun kenarındayım, aşağıya bakınca haşarı dalgaların çığlıkları tırmalıyor kulaklarımı, beyazlıkla maviliğin beraber yarattığı o buz mavisini okşuyorum ellerimle bir yandan... Kayalıklar ve engin denizin suları birleşiyor burada. Tepeden bakınca ne kadar güzel, ne kadar uçsuz bucaksız herşey. Sana olan sevgim gibi, yeni doğmuş bebek gibi, annelik gibi, ölüm gibi, delilik gibi, gözyaşı gibi mucizevi işte bu okyanus. İnsanın mavi rengi ten rengi yapası geliyor. Balina olmak, yunus olmak, denizkızı olmak istiyorum burdan bakınca o sonsuzluğa.. . Herkes ve herşeyden uzak; Tanrı’ya yakın.

Kendimi bulur muyum dersin sessiz isyanlarında denizin? Kendi savaşımı sürdürebilir miyim doğanın en özel hediyesinde insanlığa? Ruhumu görebilir miyim gökyüzünün dev aynasında?

Yalnızlığım ve ben elele tutuşmuz seyrediyoruz dünyanın bambaşka yüzünü. İnsanların olmadığı yüzünü... Trafiksiz, gürültüsüz, sedasız, kavgasız, güleç yüzünü... Acaba biz insanlar olmadan nasıldı dünya? Dinazorlar hakimken mesela? Buzul çağları öncesi? Biz mi mahvettik bu ihtişamı? Bilmiyorum ve bu da, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim birçok sorunun bilinmez cevapları gibi, kafamı tırmalıyor.
Bir şarkı söylemeye başlıyorum, kafamda bir piyano, tuşlarını hareket ettirmeye başlıyor benden habersiz, yemin ederim bilmiyorum kim kime eşlik ediyor. Duyulmamış, eşsiz bir melodi çıkıyor ortaya. Doğaya armağan ediyorum; açıyorum kollarımı, kucaklıyorum rüzgarı, üstümde ne varsa çıkarıp, adıyorum kendimi bu muhteşemliğe.

Sevişiyoruz tatlı meltemiyle dünyanın. Bedenim birgün cansız olduğunda ruhum hatırlayacak belki de bu anı. Eğer yeniden doğmak varsa, bu sefer bir yunus olup atlayacağım ben dalgaların üstünden. Rüzgarla sevişmiş, yağmurun saf damlalarıyla döllenmiş, denizin kokusuyla bezenmiş, kat kat dalgalara sarılmış uzanıyorum bu tepede. Üstüme yorgan niyetine bembeyaz incecik kumla deniz kabuklarını seriyorum. Avcumun içinde bir inci tanesi, sıkı sıkı tutuyorum onu. Kimse dokunamaz bana, kimse incitemez artık beni, melekler gelip alacaklar birazdan aynalara bakıp süslediğim bedenimi.

İşte güneş doğuyor... Melekler teker teker konuyorlar denize. Sıra sıra kanat,sakin sakin eğiliyorlar,sanki denizin üstünde duruyor, yeni günü kutluyorlar. Kutsuyorlar hepimizi. Rüzgar da esmiyor bir süreliğine, kendi zamanlarında ne kadara denk gelirse; insanların matematikselliğini hiçe sayarcasına, duruyor dünya.
Rengarek kanatları hepsinin, sadece kanat sesi duyuyorum, ayağa kalkıyorum, melodim kayboluyor, herşey kayboluyor, son bir bakış atıp yeryüzündeki cennete, gözlerimi kapatıyorum, dudaklarımdan son bir kelime çıkıyor:
“görüşürüz”
ve meleklerin kanatlarının yarattığı gökkuşağı eşliğinde çıplak ayaklarımı boşluğa bırakıyorum.Hep istediğim gibi uçuyorum, uçuyorum, uçuyorum...
Dalıyorum denize. Bulacaklar akşama beni, ama kimse bilmeyecek nasıl veda edip nereye gittiğimi...O anda bir anne yunus, bir bebe yunus bırakıyor denize... Bedenimden çıkan ruh, giriyor yunusun içine. Ve ben yeni hayatıma “merhaba” diyorum, “görüştük işte yeniden”.

17 Haziran 2007 Pazar

lanet mi hediye mi?

Bazen, anlamsız noktalara odaklanır insan.. O kadar odaklanır ki, çevresindeki diğer önemli olan şeyler buğulanır; gözleri bozulur insanın, inatçı olanı direnir, en sonunda kör olur.. Kördür belki de zaten, bu deli deli atan kalp beş duyu organına zararını vermiştir hep.. Gözleri görmediği için daha çok hisseder, daha çok koku alır kişi.

Kapanır sonra bu kalbin kapıları, ardına kadar açılması yanlıştır belki de. Ağırdır bu kapılar,sürüklemek zorundasınızdır, ittirmek, ittirmek bağıra çağıra. Bir gürültü kopar, toz kalkar o uzun,ağır, büyük kapıların kapanmasının ardından. Kahramanlık taslamadan, yapması gerekeni yapar o deli kalp..

Aşk, zamanı gelince geri çekilmektir sorgusuz sualsiz; kendi içinde yaşamaktır o fırtınaları. O yüzden kapanması gerekir; ne olacaksa içerde olabilsin ve kimse görmesin diye yağan yağmurları,akan gözyaşlarını..

Anlamsızdır aşk; zamansızdır-her zaman karadır gözü.

Konuşkandır aşk; iletişim kuramadığında susar, küser bir çocuk gibi; alınır, yıkar kumdan kalelerini, haber vermeden gider. Gelen var mı diye dönüp dönüp bakar gözucuyla, ama yürümeye devam eder, baktı ki kimsecikler yok, koşar, nereye olursa, bakmaz önüne, koşar bir yerde ayağı takılıp düşene kadar. Düşünce canı yanar, ağlamaya başlar çığlık çığlığa, artık düştüğüne mi, kimsenin gelmediğine mi bilmez o kadarını.

Bulanıklaştırır varolan berraklığı kalbe düştüğü an.

Bir daha asla, hiçbirşey, aynı olmayacaktır bu noktada.

Yaralar kabuk bağlayacak, yaşamaya devam edilecek, yeniden şarkılar adanacaktır şanslı iseniz. Değilseniz, bu aşk bir lanet gibi yapışacaktır yakanıza, siz o lanetten habersiz, o kapanan kapıları açmak için uğraşıp duracaksınızdır bir ömür boyu..

Değişim

Kendi yoksulluğumuzda uyuşmuş,uykuya dalmışız..Dünyanın güzelliklerinden,saflıktan,temiz duygulardan,perilerden,meleklerden uzaklaşmız,onlara inanmaz olmuşuz..Herşey dış güzellik olmuş,estetik,biçim,şekil, “sanat için sanat” bilinci içerisinde,söylenilenlerden habersiz bir edebi olma çabası almış herkesi..Başkalarına yapabildiklerini gösterebilmek için..kendilerine birşey kanıtlama çabası olmaksızın toplumda iyi görünmek,arkasından iyi konuşulmak için..

Değişmeli dünya..
Siz ve sevgiyle.
İnançla..
Bugün.
Şu an.
Şu saniye.

Bütün tabuları teker teker yıkma zamanı..
Bütün kuralları yeniden yazma;
Hepsini birer birer değiştirip,yerine daha iyilerini,daha anlamlılarını,daha ruhanilerini,daha ilahilerini,daha büyülülerini koyma;
Evrene,doğaya,Tanrı’ya,Allah’a,SEVGİ’ye birşeyleri içeriden bırakabilip,kurallandırmadan yaşama;
Güç’e sığınıp bağışlama,ne kadar iyi bir insan olduğunu gösterme amaçlı değil,yaptığı iyiliği sevip,onu serbest kılma;
Yüreğinin taaaa derinlerinden sevme zamanı..Kısıtlamadan,kanat hediye ederek karşındakine,eğer uçmaya hazır değilse kanatları olarak bizzat,yani her zaman özgür bırakarak kendi yaşamını çizmesi,ne istediğini anlayabilmesi için..İstediğinin biz olmadığını anladığımızda kabullenip,geri çekilme zamanı.
Saygı duyma zamanı.
Ama en önemlisi;
Tüm yüreğinle inanma zamanı.
Bu dünyanın değişebileceğine,insanların pozitif yönde ilerleyebileceklerine,yol gösterilmesi gerekenlerin yolunun gösterileceğine;bütün bunları meleklere yüklerken hepimizin istersek melek,istersek şeytanın bizzat kendisi olduğumuzu hatırlamaya ihtiyacımız var.
Tüm kötülüklerin kaynağı biziz.
Tıpkı bütün iyiliklerin kaynağı olduğumuz gibi.
Ve eğer hepsini biz yaratmışsak,yeniden yaratabiliriz.
Değiştirebiliriz.
İstemediğimiz ne varsa,kabullenip,benimseyip,renklendirebiliriz.
Kaçmadan..
Kumların altına gömmeden..
Yüzleşerek..
Ve o aynaya baktığımızda ne görürsek görelim,severek..

İyiye doğru ilerleyen bütün değişimler sevgiyle başlar.
Kafada değil,yürekte biter herşey..
Başladığı yerde.
Ertelemeyin o halde..
Ne kendinizi,ne sevginizi,ne öfkenizi,ne kırgınlıklarınızı..
Açın kollarınızı dünyaya..
Onu kucaklayın;kucaklayın ki,o da sarıp sarmalasın sizi aşkla.
Bedeniniz inanmakta zorluk çekecek ruhunuzun beslenme şekline..
Ne kadar aç olduğunuzu göreceksiniz o an..
Doymak için kaşık kaşık sevgi atacaksınız ağzınıza..
Boğazınız yana yana midenize yerleşecek o tohumlar...
İçinizde büyüyecek..
Hazmedeceksiniz bütün kötüleri ve kötülükleri..
Ve..
Sevgi en saf ve temiz haliyle çıkacak sonra sizden..
Başkalarına aktarmak için..

İçinizdeki tohumları serpme zamanı artık..
Taşıyıcısınız siz..
Ve yarattığınız enerji tüm dünyayı saracak kadar güçlü.

Hayat ne kadar güzel aslında;gözleriniz kısık kısık kahkaha atarken,aslında görmeye ihtiyacınız olmadığını anlayacaksınız hissetmek için..

Ve işte böyle değişecek dünya.
Siz ve sevgiyle.
İnançla.
Bugün.
Şu an.
Şu saniye.

Gülümseyin..
Melekler belirecek o an yanınızda..
Kanat seslerini duyacaksınız..

O an anlayacaksınız ki değişim çoktan başladı...

1 Haziran 2007 Cuma

insan tuhaf ne hoyrat, ne şaheser ve nasıl ilkel, hayret...

Herkes birilerine zarar veriyor... Şu ya da bu şekilde, birilerini incitiyoruz. Ne kadar iyi insan olmaya adasak da kendimizi, kalp kırıyoruz. Ne kadar mükemmel olmaya çalışsak da değiliz aslında, insan olmanın parçası olan kusurluluğun farkında değiliz ya da unutup duruyoruz. İşte asıl sorun da bu sanırım, biz unutuyoruz.

Beynimiz, kalbimizdeki yaraları unutmaya çalışmaktan önemli noktaları kaçırıp duruyor. Ne kadar mazoşistseniz o kadar hatırlıyorsunuz geçmişin acı veren gerçeklerini. Onun haricinde, beyin kendini korumaya alıyor ve ne var ne yok silip süpürüyor. Geriye kalanlar çok da önemli şeyler olmuyor. Günlük faturalar, aranacak insanlar, yapılacak işler, televizyondaki dizilerin saati belki.. Daha ötesi yok çünkü derine inmak insanın canını acıtıyor, hatırlamak eski yaraların üstünü kaşıyıp onları kanatmak gibi, tırnak izleri bırakıyor üstelik. Mükemmel olmaya çalışmaktan bıkıp usanana kadar unutuyor insan.

Bu da insan doğasının parçası mı, acaba öyle olmasa delirir mi insan? Delirmek ne ki zaten, siz hiç umursamaz deli gördünüz mü? Düşüncesiz deli? Aptal deli? Yok ben görmedim... En aptalı bile bir sürü insandan daha sorgulayıcı, daha akıllıdır. Delilik saygı duyulası birşey. O kadar dışlanılmayı da asla haketmiyor..

Nasıl bir terazi acaba bu? Yani kişinin yaptıklarını, yapmadıklarını, iyiliklerini, kalbini kazandıklarını, affettiklerini, affedilmesi gereken kişi olmasını, hayat dağıtan, enerji veren ya da tamamen alan şeyler yapıyor olmasının dengesi nedir? Nerde gizlidir?

Mitolojik kahramanlar haricinde gerçek dünyada kim ya da ne ölçüyor bütün bunları? Tanrı’nın melekleri, olmadı kendisi mi? Bizim enerjimiz mi? Salgıladığımız duygular mı?

Peki, ne kadar zaman diliminde yargılanıyoruz? Kırdıklarımızı düzeltme şansımız var mı? Kırdığımız kadar mı kırılıyoruz toplamda? Kırıldıkça kırmaya devam mı ediyoruz? Kısır bir döngü mü bu? Bu kadar sorunun bir cevabı var mı?

Kendi bildiğimiz doğruların gölgesinde yürüyoruz.... Bizi biz yapan insanlara “zamanı gelince” sırtımızı dönüyoruz ya da çok alıştığımız için onlardan kopmamayı seçiyoruz. Hangisi daha büyük kötülük karar veremedim... Maskeleri çıkarmak mı daha zor yoksa onlarla yaşamayı öğrenmek mi?

Ne dersiniz?

29 Mayıs 2007 Salı

Seçimler...

Seçimlerin yaklaştığı bu günlerde kendime devamlı aynı soruyu soruyorum: Ne olacak? Biz ne yapmalıyız? Attığımız oylarla üzerimize aldığımız sorumluluğun farkında mıyız? Nereye gideceğimi şaşırmış durumdayım; üniversitedeki arkadaşlarıma soruyorum, “bilmem ki...” diyorlar, bazılarının çok net fikirleri olmasına karşın Koç Üniversitesi’nde, İstanbul Teknik’te, Sabancı’da okuyan arkadaşlarımın çoğu kararsız, kimi sağ, kimi sol, bazılarıysa “aman biz siyasetle ilgilenmiyoruz” diyorlar böbürlenerek. Nasıl ilgilenmiyorsunuz? Marifet mi şimdi bu, bir de övüne övüne söylüyorsunuz?
Türkiye’de nedense insanlar siyasetle ilgilenmenin kötü birşey olduğunu sanıyorlar. Bir politik tavır takınmak büyük ahlaksızlıklıkmış gibi bir hava var her yerde. Üstelik bir de kadınsanız ve düşüncelerinizi kazara söyleyecek olursanız, ‘cadı’ ilan edilme tehlikeniz var. “Ne gerek var canım, otur evinde kekini böreğini yap, çocuklarına falan bak, yakışıyor mu senin ağzına siyaset...” Öte yandan, geçmişte başbakan olan bir kadını, sırf kadın olduğu için destekleyen erkekler de var, Türkiye’nin dışarıya bakan yüzünü temize çıkarıyormuş. Bu nasıl bir kontrasttır?
Son zamanlarda yapılan efsanevi mitinglerin çoğunda kadınların yer aldığını gösteriyor bütün veriler. Şimdi bu kadınlar, birçoğunun ısrarla üstünde durduğu gibi, Kurtuluş Savaşımızın bize armağan ettiği özgürlüğü savundukları için toplumun yüklemiş olduğu kadınlık görevlerini yerine getiremeyecekler mi demek? “Bunlardan iyi anne, iyi eş olmaz” mı hakikaten? Böyle kısıtlayıcı, böyle ayrımcı bir düşünce olabilir mi?
Nereye gideceğimi şaşırmış durumdayım. Şaşkınlıktan öte büyük bir hayal kırıklığı da var... Benden önceki nesiller nasıl izin verdiler bu duruma gelmemize diyorum, sonra aklıma geliyor, doğmamış çocuklar var bizim de sorumlu olduğumuz. Kafamdaki partiye oy vermek istiyorum, ama onun da bir türlü çekilmek bilmeyen lideri rahatsız ediyor beni. Kaybolmuş durumdayım...
Hemen pusulama geri dönüyorum, açıyorum Nutuk’u okumaya başlıyorum. Bir yandan da Atatürk’ün gençliğe hitabesini defalarca, sesli bir biçimde okuyorum. “Birinci vazifen, Türk İstiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” diye başlıyor. Neye sahip çıkmamız gerektiğini bağıra bağıra söylüyor aslında O. Laiklikti, cumhuriyetti, demokrasiydi... Hangisi ne zaman hangi şartlarda üstündür- üstün müdür?- birbirini tamamlar mı, ayırır mı tartışmalarının ortasında “cumhuriyet” diyor Atatürk.
Sonrasında “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır..” diyor; yıllar sonra bu anı görmüşçesine, geleceğe gidip geri gelip yazmış sanki gençliğe hitabesini. “İstiklal ve Cumhuriyeti’ne kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler... Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” diye devam ediyor hitabesine. Ah Atam diyorum, bir bilsen...
“İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır!” sözü Atatürk’ün aramızdan ayrılmadan önce bize yanıtları da bıraktığını hatırlatıyor.
Gençliğin de artık duyarlı olma zamanı geldi. Verilmiş onca mücadeleye saygı duyup, vazifesini yerine getirmesinin de.... Bir akıntının içinde kaybolmuş, 80 ihtilalini yaşamamış, imkanlarının arkasına sığınan ya da imkansızlığı bahane eden, herşeyin gökten düşerek geldiğini sanan gençlerin sayısı günümüzde oldukça fazla... Başımıza ne geldiyse birlik olamamaktan, bilgisiz ve kararsız olmaktan, “ben”i düşünmeyi bırakıp “biz”e geçememekten geldi. Kendi ülkemizi, kendi özgürlüğümüzü, kendi fikirlerimizi savunmamız için daha ne bekliyoruz, bilmem ki...