14 Aralık 2010 Salı

Sade, samimi ve sakin

Nicedir isteyip de başaramadığım birşey vardı: sadeleşmek... Sadeleşmeyi azalmak olarak görmemek lazım, çünkü zaten üzerimizde ve içimizde taşıdığımız çoğu şey bizi sadece ağırlaştırıyor.

Sadeleşmeye karar vermemle onu gerçekten gerçekleştirmem arasında oldukça fazla zaman geçti.Kendini bırakmaktan çekiniyor insan, ister istemez çok fazla üzüntü birikiyor derinlerde, kazımaya çalıştıkça daha da çoğalıyor; sonra çok fazla korkumuz var, birçok farklı şekilde gösteriyor kendini, kaybetmekten korktuğumuz binlerce şey için yüzbinlerce diğer şeye tutunuyoruz ve bu süre içinde de oldukça asabileşebiliyoruz.

Bana böyle oldu en azından. Odak noktamı kaybettim. Önemli olan yaşayabilmek, sevdiğin insanlarla birlikte maddi/manevi şartlar mükemmel olmasa bile beraber olabilmek, birbirine Işık saçabilmek,hep varolan ve hep de varolacak karanlıkları elele aşabilme isteğini kaybetmemek. Bu arada da içinde yaşadığın Evren'in tüm güzelliklerine kendine açık tutmak... Okyanusun serinliğine, rüzgarın fısıltısına, yiyeceklerin eşsiz tadına, havanın kokusuna odaklanmak mesela.

Hayatın önceliğinin yaşamak ve sadece kutlayarak ve şükrederek yaşamak olduğunu; bunun için yetinmenin gücüne teslim olmanın gerektiğini yeni öğrendim. Evet, içinde yaşadığımız düzende, savaşta, kol gezen hırsta ve kötülükte bu pek de mümkün görünmüyor, bunlar çocukça istekler olarak kalabiliyor, haklısınız.Ama siz sürekli olarak zihninizi ve ruhunuzu temizlemedikçe, eskiden size acı veren olayları yolunuzun geçilmesi gereken taşları olarak görüp sindirmedikçe, kendinizi ve çevrenizdekileri affetmedikçe, siz kendinize el uzatmayı seçmedikçe unutmayın kimse bunları sizin için yapmayacak. Kendinizle olan ilişkinizi sağlamlaştırmadıkça da kimseyle sağlam bir ilişki kuramayacaksınız.

Ruhunuzun ve zihninizin içindeki düğümler mutlaka ve mutlaka vücudunuza yansır. Kafaya takıp üzüldüğüm ve üzülerek kendimi kaybettiğim zamanların sonunda hep hasta olurum ben. Bilimin bunlar için farklı açıklamaları olsa da, üzüntüye ve isyana odaklandığım zamanların sonunda ya ameliyat oldum, ya tansiyonum düştü hastanelik oldum, ya bayılıp durdum, ya kustum ya da uzunca uyudum. Bunlar ruhumun bana bedenim aracılığıyla "acı çekiyorsun" diye mesaj vermesiymiş, sonradan anladım. Anladığım zaman bile bunun için birşey yapmamayı seçtiğimde- sanırım işte tam da bu noktada- kendimle ipleri kopardım ve mutsuzluğa davetiye çıkardım. Kendimle ipleri kopardığım an, kendimi farkında olmadan sabote ettim ve bana en yakın olan, en kıymetli olan insanlarla, en sevdiklerimle de bir şekilde aram bozuldu. Çok değer verdiğim insanları kırdım ve sonucunda gerçek ben'i tanıyan, hatrırlayan, bilen ve bu dönemin gerekliliğini anlayış ve sevgiyle kabullenlerle yoluma devam ettim,kendini benim sınavımın bir parçası olarak hissetmeyenlerle de yolumuz ayrıldı. Bu da kaçınılmazdı.

Herkes aynı devrelerden aynı şekilde geçmez, ama bütün bunların sonunda manevi aydınlığa çıkan hikayemi paylaşmaktan çekinmememin nedeni, hepimizin farklı şekillerde de olsa birçok sınavdan geçtiğini hatırlatmak isteyişim...Ne bilgelik, ne sakinlik, ne de aydınlık gökten zembille inmiyor; hepsi kazanılıyor- kimi karanlıklarla mücadele ederek, kimi Evren'e teslim olarak, kimi kendini kaybederek ve sonunda kendini bulmayı seçerek...

Ama unutmamak lazım, bu süreklilik gerektiriyor, zihninizi, bedeninizi, ruhunuzu düzenli şekilde temizlemeniz, odak noktanızı kaybetmemek için kendinize hayatı hatırlatmanız gerekiyor.

Ne olmuş birgün çok yalnız,çok fakir,çok başarısız,çok sağlıksız olma ihtimalimiz varsa? Ne olmuş yani? Öncesinde farkındalıkla yaşadığımız onca an yanımıza kalmaz mı? "Yaşadım be kardeşim" diye bağıramaz mıyız son nefesimizde? Ya çok kalabalık, çok zengin,çok başarılı, çok sağlıklı olur ve yine de mutsuz olursak? Kendimize bunun hesabını nasıl veririz? Zaten aslında sadece şimdiye sahibiz. Yarının ne getireceğini bilmemize imkan yok.

O yüzden korkmuyorum artık hiçbirşeyden, hayat zaten birşeyleri verecek, birşeyleri alacak;biz birşeyleri çok istiyorsak da bedellerini sesimizi çıkarmadan ödeyeceğiz; olması gereken ne varsa da er geç olacak.

Sade, samimi ve sakinim. Sizi de bu tarafa beklerim ;)

"Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamaya devam!

Yine içime döndüm, kalabalıkların sesi dindikten sonra. Kendi sesimin yankısı içimde büyüdü, büyü yayıldı etrafa, ne varsa içimde hepsi uçup gitti sonra. Küçücük hissettim kendimi yine, yine herşeyi yapabilecek kadar genç, gözüpek, hayalperest... Şükrettim, çünkü şükredilecek çok şey var, isyanlarımı terketmemin ve "benim hala umudum var" demenin gücünü ve sıcaklığını hissettim damarlarımda. İnanmanın, istemenin, emek vermenin bir kez daha ne kadar vazgeçilmez olduğunu hatırladım. Bir şeyi ruhunun tüm köşelerine değerek hayal ettikten sonra o hayalin Evren'in bir köşesinde pembe bir bulutsallıkla saklandığını gördüm. Kendi hayallerimin yansımalarına dokundum, ne güzel hayaller kurmuşum, kuruyorum, onları gördüm, gözlerimden bir damla yaş geldi ardından. Daha önce hiç tanımadığım insanlarla sesim aracılığıyla tanıştım; benim arkadaşım, kardeşim, dostum, hayatımın bir parçası oldular. Belki de daha önemlisi ben onların arkadaşı, ablası, dostu, hayatlarının bir parçası oldum. Böyle bir paylaşımın paha biçilmez bir kutsanma olduğunu hissettim, bana hiçbir zaman hiçbir yerde hissetmediğim bir huzur verdi bu. Sahnede olduğum, şarkı söylediğim zamanki gibi... Benimle bu anı, hayalleri, Sevgi'yi paylaştığınız için kalbimin en derinlerinden teşekkür ederim. Sade, samimi, sakin olmaya devam! Elele yürümeye, zorlukların üstesinden Sevgi, Işık ve dinginlikle gelmeye devam! İnanmanın gücünü hissetmeye devam! Hayal etmeye devam! Paylaşmaya devam! "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşamaya devam!



Daima sevgiyle...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bazen susmak

Bazen susmak en iyi cevaptır.

Kelimelerin tükedildiği, anlamsızlaştığı, içindekileri anlatmak için yeterli olmadığı zamanlar susarsın. İsyan etmenin, konuşmanın, haykırmanın sana hiçbirşey getirmediği zamanlar, susarsın.

Bazen susmak, en iyi savunmadır.

Sessiz yutkunuşlar ve bakışlar hakimdir artık, gerçek ve büyük ihanetler karşısında susarsın.İlahi adalete sığınınca ve hayat sana bir şekilde o adaleti getirince yine susarsın.

Bazen dışarıyı susturduğunda için de susuverir. Çünkü bilirsin; kalp atışlarını, nefes alışverişini, kulaklarındaki derin uğultuyu hissettiğin o an, konusup söyleyebileceğin herşeyden ve bunun için sarfedeceğin tüm enerjiden daha saftır. Dışardaki karanlığı içine çekmemeye karar verdiğin an, korumak zorunda olduğun saflık işte tam da budur.

Bazen susmak, uzaklaşmaktır.

Derinden kırılınca susarsın.

Öte yandan, hayattan ve insanlardan sen böylesin diye öyle olmalarını bekleyezsin. Bazıları konuşur, durmadan konuşur, can acıtıcı konuşur, ona buna konuşur, saptırarak, yeniden yorumlayarak konuşur. Ama herkes kendi kararları doğrultusunda yaşar; kendi koyduğu hedeflere insanları kırarak, canlarını acıtarak ulaşanlar, bunu seçen ve bununla yaşamakta hiçbir sıkıntı çekmeyenlerdir. İnsanların kalpleri donuklaştı, kelimeleri kirlendi diye sen de öyle olmamalısın. Aynı anda, unutma; senin kalbin berrak diye de onlarınkinin de öyle olmasını ummak bazen en büyük saflıktır.

Bazen susmak, sabrın ta kendisidir.

İncinirsin,daha da incineceksin; ama bu durumda yapacağın şey bellidir: beyazlığını korumak pahasına bağırmayacak, kendini Evren'in kollarına temsil edecek, sonunda yaralarını sesizce saracak ve kimsenin seni kirletmesine izin vermeden devam edeceksin.

Ben anlaşmak için kelimeleri seçmediğimde, onları sıralamaya, derinleştirmeye, kendimleştirmeye çalışmadığımda korkarım kendimden, ama ne ironiktir ki en bilge yanım da böyle yansıtır doğasını.

Bazen susmak, en asil olandır.

ZD

7 Ocak 2010 Perşembe

Bağımsız

"İnsanlar alışkanlıklarıyla yaşarlar" derler. Doğru, her birirmizin ayrı ayrı alışkanlıkları, tutkuları, kopamadıkları rutinleri var. Sanki her bir bireyin içinde yaşadıkları kültür haricinde kendi içinde günlük ritürelleri varmış gibi geliyor bazen bana. Kendi dünyamızı yaratırken, bazen bir rengi, bazen bir içeceği, bazen bir programı, bazen bir şarkıyı saplantılı, deli gibi sevmemiz söz konusu. Bütün bunlar tamam da; kendi dünyamızı kurarken bazen bir insanı o rutinlerin en ortasına yerleştiriveriyoruz. Sanki bütün bu rutinler hep onunla anlamlıymış gibi; sanki O gelmeden, bütün kuralları bir anda fırtınamsı yokediciliğiyle delip geçmeden bizim kendi dünyamızın içinde bir yeri yokmuş gibi. İçin işine anılar girince, özellikle de uzun süreli anılar, çoğumuz böyle hissediyoruz.

Asıl neden birileriyle elele yürümezsek yolun kendisinin yürünmeye değmeyeceğini düşündüğümüzden mi? Yoksa kendimizle tam barışamadığımızdan mı? Nefes alıp vermenin yeterli olmadığı zamanlarda nefesimizi kesecek ya da nefes alış verişimizi aniden hızlandıracak biri ya da birşeye olan bu tutkulu ihtiyacın nedeni ne?

İçimde bu sorulara bulduğum birkaç cevap var; hepsinin yanlış olma olasılığı ile her birinin değişebilen doğrular olup olmamaları kavramı arasında gidip geliyorum. Bunu düşünürken, uzun zamandır görmediğim bir arkadaşım "mutlu bir yıl geçir" diyerek elime bir kitap tutuşturdu. Kitabın içine de "iyi şanslar" yazıverdi.

Bazen kendinize cevabını bilmediğiniz soruları tekrar tekrar sorma izin vermelisiniz. O zaman Evren size cevapları yolluyor; parlak bir ortamdan karanlığa kendinizi şuursuzca atıp içinde kaybolmaya razı olduğunuzda, bazen bir Işık size aslında hep bildiğiniz, ama kendinize itiraf edemediğiniz detayları gösteriyor. Bence bu, deneyimlenebilcek en harika şeylerden biri!

Kitabın adı " Kayıp Gül"; yazarı da Serdar Özkan. Orada diyor ki:

"Bağlanabilmek için önce bağımsız olmak gerek...Oysa insanların çoğu yeni ilişkilere eski bağlarla geliyorlardı. Geçmişten taşıdıkları ister güvensizlik, ister anlaşılmamak, isterse de çevrelerine ördükleri savunma duvarları olsun, her bağ yeni ilişkiyi özgürce yaşamalarını engelliyordu. Daha önceki ilişkilerinde haksızlığa uğradıkları konusunda belki haklıydılar ama haksızlık edenin karşı taraf değil de bir türlü bırakamadıkları 'geçmişleri' olduğunu göremiyorlardı. İşte; FARKLI KAYALARDA, AYRI AYRI KENDİNE YETEBİLMEYİ GERÇEKLEŞTİREBİLMİŞ bu iki martı, birbirleri için 'geçmiş'teki yerlerini terk edebilmiş, SIFIR SEVİYESİNE İNEREK BENLİK BAĞLARINDAN ARINMIŞ, böylece BİR olarak göğe doğru yükselebilmişlerdi"

Yani... Geleceğinizdeki herhangi bir türden ilişkide mutlu olmak istiyorsanız, geçmişinizdeki saçma sapan ama önem verildiği için giderek büyüyen kırgınlıklarınızı ve travmalarınızı geçmişte bırakmaya gönüllü olmanız gerekiyor... Bunun için de biraz yalnız kalıp kendi kendinizle varolmayı benimsemeniz ve bu yalnızlığı sevmeniz çok önemli.

Ne yaparsanız yapın, hayatı sihirli yaşayın. Sihir için gerekli olan tüm Işık her birimizin içinde var. Ara sıra, üzüntülerden, haksızlıklardan, hayal kırıklıklarından dolayı elektirikler kısa süreli gidip gelebilir. Karanlıkta kalabilirsiniz. Tek bir mumunuz bile olmayabilir. Ama Işık sizde; sizin kendinizle olan bağınızda.

Sağlam durun, içsel özgürlüğünüzün sınırlarının bir başkası tarafından çizilmesine izin vermeyin ve gülümseyin! Özgürlüğünüzün tadını çıkarın, yalnızlığınızı ve bireyselliğinizi güçsüzlüğünüz yerine gücünüz olarak kucaklayın ve ilk önce kendinizi, sonra da size zarar vermiş, hatta kalbinizi yerinden çıkarıp parçalayıp sizi hissiz bırakmaya yakın bir yere atmış olanları affedin.

Ben artık bu yola başkoydum. Kendi bağımsız monarşimi başlatıyorum! Kendine yetebilen biri özgürlüğümü paylaşmak istediğinde O'na sevgi hakim olduğu sürece en azından geçici işgal hakkı tanımak için; hatta ruhumun her köşesiyle O'na bağlanabilmek adına bunu uygulamayı seçiyorum ama olmazsa da Queen Elizabeth gibi yıllarca tek başıma kraliçeliğime devam ederim. Demedi demeyin!

Haydi kolay gelsin hepimize! ;)

ZD