Kendi yaşamının başkahramanıdır herkes, herkesin hayatı yazıya dönüştürülmese de bir romandır, o yüzden uçucudur, o yüzden bizim zaman dilimimizi paylaşan milyarlarca kişiden sadece kendi hayatını ele alanları, sanatçıları ya da bir şekilde ünlenip yaşamlarını “değerli” kılıp başkalarının aktarmalarına layık görülenleri bilir nesiller; ama özde herkesin hayatının -ne yazık ki her koşulu kontrol altında olmayan- spontane bir kurgusu olduğunu inkar etmemiz doğru olmaz. Kelimeleri seçme özgürlüğümüz var, başımıza gelecekleri o günü yaşarken bilmiyoruz. Geçmiş, şimdi, gelecek kavramlarıyla sınırlıyız... Eğer bir anlatıcı varsa, bu anlatıcı da Tanrı anlatıcıysa onun bizim için olan planlarından haberimiz yok... Öyle değil de herşey bize bağlıysa, bizim kendimizden haberimiz yok. Ama mekan var... Monologlar, dialoglar var... Soluk alıp vermek yeterli hikayenin devamı için, bir çeşit “arkası yarın” kuşağı hayatımız... Gece dünyayla bütün ilişkimizi kesip, gözlerimizi kapayıp transa geçiyoruz ve sabah kalkıp kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Karaya bir türlü ayak basamadığın bir gemi gezisi işte yaşam... Dalgalar, baş dönmeleri, mide bulantıları, sonra kendi kamarandaki sessizlik, güvertedeki kalabalık ve herşeyi saran bilinmezlik... Ne kadar eşsiz olsan da, kalabalıklarda farkedilmiyor işte gözünün rengi; yaklaşmadan, dokunmadan, tatmadan anlaşılmıyor kimlikler; zaten kim olduğun da günden güne değişiyor; işin aslı o kadar “ben” var ki herbirimizin benliğinde, hangisini üstüne geçirip yataktan kalkacağını bilemiyor çoğu kez kişi.
Dışardaki okyanus insanın içinde de barınıyor, belki de birbirlerinin yansımalarından başka birşey değiller aslında gökyüzü misali; damarlamızdan akan kan, bembeyaz dalgaları yaratan rüzgarla beraber içimizde dolanıp duruyor ve kalp kan pompalamamaya karar verinceye dek rüzgar şiddeti değişerek varoluyor içimizde, bir şekilde.
2 yorum:
Cok guzel poem in your profile..!
Very nice blog too.
Tebrikler !
Yorum Gönder